Alevileri tanımlayarak tanımak ve ille de bir yere bağlamak!

Fotoğraf: Damla Kırmızıtaş/Evrensel
Yüz yılın eşiğinde bulunan cumhuriyetin çözmediği (aslında koruduğu) sorun alanları bulunuyor. Sınıfsal niteliği ortada. “Sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” şeklindeki ‘kurucu’ iddianın, katıksız sermaye egemenliğinin karartılmasına dair bir ajtasyondan öte anlamı yok. Neresinden baksan, yüz yıldır keskinleşip derinleşen sınıf egemenliği, cumhuriyetin temel karakteristiği oldu.
Demokrasi ve özgürlüklerden yoksunluk da böyle. Örgütlenme ve hak arama özgürlükleri hep can pahası bir mücadele konusu...
Bir de ‘yok sayılanlar’ listesi var elbette. ‘Biz biziz’ diyenlere dayatılan kimlik ya da kimliksizlikler... Kürtlerin durumu, koyu bir inkârın karanlığını nasıl yırttıkları, yaşadıkları siyasal deneyim ve edindikleri güç biliniyor. Bugün de güncel siyasetin en kritik halkasını oluşturmaları tesadüfi değil. Son örnek yeterlidir herhalde: Bir iktidar düşünün ki, kapattırmak için Anayasa Mahkemesine başvurduğu bir partiden, Anayasa değişikliği için destek istiyor olsun! Pragmatizm, fırsatçılık, iflah olmaz oportünistlik, vb. sıfatların hepsi sayılabilir. Ama bu, işin bir boyutudur sadece. Bir de dediğimiz gerçek var orta yerde: Yok sayılan, siyaset denklemlerinde etkisiz eleman kılınmaya, dışlanmaya çalışılan Kürt halkının siyasal dinamiği! İyi Parti’nin şahsında tanık olduğumuz sözde muhalif hezeyanın da bu gerçeklik karşısındaki kerameti kendinden menkul olmanın ötesinde değil. Bilindik ezberlerin ve geleneksel inkârdan rol çalmaların hükmü de yalancının mumu kadardır. Geçelim...
***
Gelelim bir diğer yok sayılana, Alevilere... Osmanlıdan devralınıp rötuşlarla idare edilen, korunan bir sorun alanı oldu cumhuriyetin yüz yılı boyunca. Hilafetçi Osmanlı’dan bakiye kalan, son yirmi yılda İslamcı/Sünni ideolojik kodlara sahip bir iktidarın masasına konan bir sorun...
‘Laik Cumhuriyet’in temel dayanağı olmakla avutulmuş Aleviler, Sünni-Hanefi devlet dininin hegemonyası altında yok sayıldılar hep. Sadece son yirmi yılın konusu değil yani. Özellikle son yıllarda “Laik rejim” üzerinden bir devlet savunusuyla bloke edilmek istenen Aleviler, savunulması istenenin nimetlerinden hiç yararlandırılmadı!
“Aleviler cumhuriyete hep sahip çıkmıştır” denilir ya, doğrudur belki; peki ama cumhuriyet Alevi’ye sahip çıkmış mıdır? Asıl soru budur. Osmanlı’nın Alevi düşmanı hilafetini gösterip cumhuriyetin güdük laikliğiyle avutulmaya, razı edilmeye çalışıldılar. Osmanlı monarşisine karşı cumhuriyet, teokrasiye karşı laiklik, fikrî bakımdan elbette ileriydi. Ama pratik, hiçbir zaman demokratik, laik, halkçı, sosyal olmadı. Alevi de önce umutlandırıldı ama hemen sonra dışlandı. ‘Katli vacip’ Osmanlı konseptinin yerine, eğitimde, kültürde, Diyanetiyle, zorunlu din dersleriyle, müfredatıyla Alevi’yi dışlayarak Sünni egemenliğini dayatan özgün bir asimilasyon uygulandı.
Kimsenin kendi ulusal, inançsal, sınıfsal gerçekliği tanınmadı. Gayrimüslime gayrimüslimliği, Kürde Kürtlüğü, Aleviye Aleviliği, komüniste komünistliği yaşatılmadı. İşçiye sendika, 1 Mayıs yasaklandı. 1925’deki Takriri Sükun’u anmak yeterlidir herhalde...
Yani?
Cumhuriyetin kurumsallaştırdığı yok sayıcılığı sorgulamak, laiklik karşıtlığı falan değildir. Söylediğimiz, bilakis, cumhuriyetin laik ve demokratik olmadığıdır. Bugün iktidar olmuş dincilik de gücünü cumhuriyetin işte bu eklektik, güdük, gerçekte laik olmayan pratiğine borçludur aslında. Alevi sorununda bir bütün olarak devleti aklayan yaklaşım, örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Atatürk dönemine, İmam Hatip Okullarının İnönü dönemine, zorunlu din derslerinin 12 Eylül dönemine denk düştüğünü nedense es geçer. Mum söndü hikayeleri, Alevi köylere cami yaptırılması, Maraş, Sivas katliamları... Aleviler bütün bir cumhuriyet sürecinin mağdurlarıdırlar.
***
Yirmi yıllık AKP pratiği ise bahsettiğimiz yok saymaya kendi ‘özgünlüğünü’ katmaktadır: Sorun alanına el atarak çözüyormuş gibi yapıp kendisine bağlamak! Yüz yıllık inkârın biçtiği dikiş tutmaz elbiseye sığmayan Alevileri kendince tanımlayarak bir başka biçimde inkâr etmek, ‘tanımlayarak tanımak’, daha doğrusu tanımlayarak bağlamak!.. Bu sürecin 20 yıl içinde farklı fazları oldu. ‘Açılım’ denerek Diyanete bağlamak istediler önce. Sonra Fethullah patentli cami-cemevi projesi... Alevilerin yoğun itirazları bu girişimleri akamete uğrattı her defasında. Bugün de tam da seçim öncesi cemevlerini Kültür Bakanlığı’na bağlamakla ‘açılım’ı tamamlamış oldular! İlle de bir yere bağlayacaklar yani; Diyanet olmadı Kültür Bakanlığı’nda bir sandalye verelim canlarımıza!
İslam-içi folklorik, kültürel bir renk biçimindeki Alevilik kurgusuyla, Aleviler içinde bir kesimi maaşa/ayrıcalığa bağlayarak işbirlikçileştirmek, eklenti yapmak... Böylece tanımış gibi yapıyor, ‘tanımlayarak tanımaya’ dönük tartışmayı da ‘çözüm’ diye sunuyor, “işte çözüyorum” diyor.
***
Kültür Bakanlığı’nın cemevlerini ya da Alevileri nasıl bir ‘kültürel tanıma’ müktesebatının konusu yapacağı tahmin edilmez değil elbette. AKP’nin tanımı malum; “Ali’yi sevmek Alevilikse ben de Aleviyim”! Oysa Ali’yi sevmek değil mesele. Ali’den öncesine dayanan belirleyici kökleri yok sayıyorsun, görmezden geliyorsun. Alevilikten söz ederken “1400 yıl”dan söze girmek de onu ille de İslam’a bağlamaya çalışanların ezberidir. İslam öncesinden de kök bulan, binlerce yıllık felsefi, inanç ve de yaşam biçiminden söz ediyoruz. Bugün bir Alevi sorunundan söz ediyorsak, temelinde Aleviliğe özgü bu gerçeğin kabul edilmemesi yatmaktadır.
Bir başka boyut ise Aleviliğin resmen ‘devletleştirilmek’ istenmesidir. Daha önce de yazmıştık, Aleviler, kendilerine biçilen “devlet savunusu” misyonundan sonra, şimdi AKP eliyle resmen devletleştirilmeye çalışılıyor. Diyanet eksenli Kültür Bakanlığı birimlerinde eğitimden geçirilip maaşa bağlanacak ve cemevlerine atanacak “kadrolu dede/hocalar” aracılığıyla, Alevilerin “destekçilik” eksenindeki devletle ilişkisi farklı bir düzeyde yenilenmek isteniyor. Bu ilişki zincirine dahil olmak isteyen unsurlara maaş ve ayrıcalık vaat ediliyor. Bu ilişki biçimini reddeden Alevileri, örgütlü güçlerini ise Meclis önünde gördük zaten. ‘Bizi istediğiniz gibi tanımlayamazsınız, biz biziz, torbanıza da sığmayız’ dediler, diyorlar. Polisten dayak ya da gaz yediler belki ama cumhuriyetin ikinci yüzyılına bir kala, çözümün kendilerinden geçtiğini bir kez daha göstermiş oldular.
Evrensel'i Takip Et