2. Hapishane Günlükleri - 3*
Fotoğraf: AA
Burada M. Mungan’ın o şahane şiiri “Yalnız Bir Opera”dakini hatırlatan bir zaman uyduramama sorunumuz var. Benim zamanımla hapishanenin zamanı üst üste düşmüyor bir türlü, çözemediğim biçimde... Posta günü zarfım olmuyor, zarfım olduğunda posta günü geçmiş oluyor çoktan. Ancak kararlıyım, bugün başaracağım. Hapishanelerle iletişimde sorunumuz yok, faksla yanıt verebiliyorum ama duvarların ötesi, yazanla okuyanın ötesinde gözlere açık da olsa, illa zarf gerektiriyor. Biriken onlarca yanıtım, şimdilik ben ulaşamasam da, dostlara ulaşacak ama başka gözlere değip geçmesi ne kadar sürer, bilmiyorum.
Dün akşam haber alt yazılarını okumak için televizyonu açtığımda, bir anda “7 Haziran sonrası sürecin bir tekrarı mı karşımdaki “ duygusu yaşadım. O dönemde de Suruç ile başlayan bombalar kasımdaki seçim tekrarına dek yüzlerce insanımızı yitirdiğimiz bir korku iklimi yaratmıştı. Ölenler, yaralananlarla yüreğim dağlandı hepiniz gibi, ancak duvarların arasında olmak, en azından yaralananları ziyaret edip bir geçmiş olsun dileyebilmek, ölenlerin sevdiklerine başsağlığı dilemek yas sürecini kolaylaştırıyor. Ankara’da yaşadığımız o 10 Ekim acısında sahada olmak, yitirdiğimiz canlar için bir çaba içinde olmak öyle bir etkiye sahip benim için...
Süreci hep birlikte -yayın yasağı gecikmese de- yasağın arasından sızanlarla izlemeye çalışacağız elbette ama duvarların ardına bu sızıntılar da pek ulaşmayacak. Tüm bu yaşadığımız “tedhiş” eylemlerinde yitirdiklerimiz için yetkililerin o kuru başsağlığı mesajları, toplumun acısını hisseden yerden bir yas ilanı olmadan, “güvenlik” odaklı ele almalar bizleri çok daha fazla yaralıyor. Oysa birbirimizin acısını hissettiğimizde, paylaştığımızda, ortaklaşılan acının bizi bir toplum kıldığını, toplum dayanışmasının da acıları hafiflettiğini biliyoruz. Ancak siyasi otoritenin bizi bir toplum olmaktan çıkarma gayreti bu türden dayanışmaları da olanaksız kılıyor. Kendi mahallemizle sınırlı kaldığında ise birbirinden yalıtılmış cemaatler topluluğu olmanın ötesine geçemiyoruz.
Biraz önce yazdıklarımın ne anlam taşıdığını bir kez daha gördüm, ne yazık ki! İnfaz koruma memurları dilekçe ve mektupları almak, sayım yapmak için geldiğinde, bu satırları yazarken taşıdığım duyguyla, onlara da başsağlığı diledim; “Başımız sağ olsun!” Dünden beri içimde taşıdığım acıyı paylaşma isteği. Şaşkınlıkla yüzüme bakan gözler vardı karşımda. Ancak dünü hatırlatınca kıpırdandılar. Maden patladığında birlikteydik, acıyı konseydeki arkadaşlarla ortaklaştırıp, uygun olanlar hızla yola çıkmıştı. Burada ise sayım soldan sağa, sağdan sola “1”.
Şimdi paylaştığım en azından sizlere aktardıklarımla köşeleri biraz daha yumuşadığı için batıp kanatmaktan az da olsa uzaklaşan acımla arama mesafe koyup, insan hakları mücadelesini sürdürdüğüm yılların birikimine döneceğim. Acı tazeyken zor, acının öfkeye dönüşmesi de bir başka onarım süreci. Üstelik öfke bize eyleme geçme enerjisi de sağlar, o nedenle olumlu yanları da olduğu söylenebilir. Ancak sevgili yazarım Ursula K. Le Guin’in dediklerine katılmamak da elimde değil; öfke bizi araçsallaştırıp tüketen bir duyguya da dönüşme tehlikesini barındırır.
Bombayı koyanın yakalandığı bildiriliyor haberlerde. Umarım dijital deliller, somut kanıtlarla ortaya konur kuşkuya yer bırakmayacak biçimde. Ancak kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın, somut kanıtların ortaya konacağı etkili bir soruşturmanın ötesine geçip, öfkemizin aracı olmamak insan olmanın gereği. İşkence mutlak yasak ve işkencenin belgelenmesinde de en önemli sorumluluk meslektaşlarıma düşüyor. Kolay değil, biliyorum. Bu acıyla öfkeye yenik düşmek, kelepçede ısrar, mahremiyeti sağlayamamak, muayene dahi yapmadan yazılan “darp, cebir izi yoktur” raporları olmamalı. Acı yokken dahi alanda kendi gözlemimle kelepçe olmasa da, mahremiyet sağlanmadan, hatta TEM’e gelen meslektaşımla yaşadığım, İstanbul’daki giriş muayenesinde yüzüme dahi bakmayan bir başkası, olağanlaşmış bir duyarsızlığı yansıtıyor.
İşkence bir suç, soruşturma aracı değil; bugün teknolojinin ulaştığı noktada etkili bir soruşturma işten bile değil. Üstelik işkence o acımızla, öfkemizle bir cezalandırma aracı olarak kullanıldığı anda, hepimizin o işkencenin hedefi olacağımızı unutmamak gerekir.
Bugünkü sessizliğimizin nedenleri üzerine düşünelim derim.
14 Kasım 2022
Sincan
* Sincan Cezaevinde tutuklu bulunan Yazarımız Şebnem Korur Fincancı’nın “Hapishane Günlükleri” başlığı ile sürdürdüğü yazı dizisi gazetemize toplu şekilde ulaşmıştır. Fincancı’nın yazılarının tamamı gazetemizde sıralı biçimde yer alacaktır ancak İstiklal’deki patlamayı değerlendirdiği yazısını gündemin sıcaklığı nedeniyle öne alarak yayımlıyoruz.
- Hoş gelmedin yeni yıl, bizsiz olmaz! 02 Ocak 2025 04:46
- Bir ödülün hikayesi 26 Aralık 2024 06:25
- Hüsnü Öndül, insan hakları mücadelesine armağandı... 19 Aralık 2024 04:45
- İnadına tanıklık 05 Aralık 2024 04:41
- Çetelere bütçe 21 Kasım 2024 04:59
- Büyümeden annen sana, ölüm alacak 14 Kasım 2024 04:42
- Bu zamanda hekim olmak 07 Kasım 2024 04:43
- İnsan hakları mücadelesine devam 31 Ekim 2024 04:43
- Çeteler kol geziyor 24 Ekim 2024 04:43
- Kimi, niye aşağılıyoruz? 17 Ekim 2024 04:34
- Şiir yazmanın sorumluluğu 03 Ekim 2024 04:43
- Siyah çöp torbasına atılan insanlığımız 26 Eylül 2024 04:45