50. Yazı - İlk Mektup
Fotoğraf: Pixabay
Sevgili Okur,
Artık cezaevindeki arkadaşlarımız dışındakilere mektup yazmıyoruz. En azından durum benim için böyle. ‘İlk Mektup’ başlığını taşıyan bu yazıda, yazılarımın şekillenme dinamikleri ve önceliklerim hakkında dertleşmek istiyorum. Başta 500. yazılarını çoktan geride bırakmış köşe komşularım olmak üzere okuyacak olanların bu “çiçeği burnunda” köşe yazarının hevesini hoş görmelerini dilerim.
Çok katmanlı bir okur kitlesine seslenen haftalık yazı yazma sorumluluğuyla beraber gelen, daha sıkı haber takip etme ve yalın yazma gerekliliğinden duyduğum memnuniyete hızla değinip geçeceğim. Köşe yazarken hele de bunu sosyalistlerin yayımladığı bir gazetede yaparken daha titiz okuyor, daha sade yazmaya gayret ediyorsunuz. Bir yandan hemen ulaşılır olmayan sıkı haberi ararken, diğer yandan işlevi olan bilgiyi yardıma çağırma sorumluluğunu üzerinizde hissediyorsunuz. Evrensel’in sadece anlamakla yetinmeyen, dönüştürücü dinamiklerin bilgisine bağrını açma önceliği kullandığınız dili terbiye etmenize yapılmış bir açık çağrı gibi. Hâl böyle olunca, yardıma çağırdığınız her kuramsal bilgi değinisinde, köşenize yazdığınız her düşünür isminde durup düşünüyor, “Bu alıntı, bu isim burada gerekli mi?” sorusuna cevap arıyor; yaptığınızın bir bilgi gösterişi olmadığına kendinizi ikna etme ihtiyacı hissediyorsunuz. Gün ağarırken uyanık kalmaya çabalayan bir uzun yol şoförü gibi, sadece yolu değil, kendinizi de izliyorsunuz. Tüm bunlar dil ile olan bağınızı güçlendiriyor. Ana dilinizle bazen dans edip, bazen boks maçı yaparken buluyorsunuz kendinizi.
Sınırsız bir editoryal özgürlük içinde size sunulan bölümü en anlamlı biçimde değerlendirmeye çalışırken, en çok yaptığınız şey ‘tercih etmek’ oluyor. Konu, başlık, kavram, örnek seçerken ve daha nice yol ayrımında zincirleme tercihler yapmak zorunda kalıyorsunuz. Sadece o hafta yazdığınız değil, yazmadığınız yazının sorumluluğu da omzunuza çöküyor. Haftalık dergilerin altın çağında başlayan haber izleme alışkanlıklarınız, son iki günün değil, tüm haftanın hatta ayın gündemini önünüze yığıyor. Müthiş bir hızla akıp giden gündemin hızından herkes gibi siz de şaşkınlığa düşüyorsunuz. Manşetlerde, köşelerde ve hatta sosyal medyada yer bulamayan silik ama müthiş önemli detaylar nefesinizi kesiyor. ‘Güncel’ ve ‘sıcak gündem’ kelimelerinden hazzetmemeye başladığınızı hissediyor; gündemin uğultulu akıntısına kapılıp gitmemek için bazen bilerek ve isteyerek “bayat yazılar” yazıyorsunuz. Emekçilerin, yoksulların, kalemi olmadığı için okula gidemeyen çocukların gündemini savunmanın bir sokak barikatı arkasında dikilmek kadar değerli olduğunu düşünüyorsunuz. Sonra kendi yazı listenize bakıyor ve sorguluyorsunuz: “Kapitalist hegemonyanın dayattığı gündeme yeterince karşı durabildim mi?”
* * *
Dertleşeceğiz demiştim. Şimdi de ‘ses tonu’mu kurarken yaşadıklarımı anlatmak istiyorum; hani şu ‘üslup’ meselesi…
Ülke entelektüel arenasında bir ‘koyu’ olma eğilimi var. Herkesin yüksek sesle konuştuğu, hatta haykırdığı bir odada gibiyiz. ‘Koyu’ olma halleri kişiye göre değişiyor: Üst perdeden sınır çizenler, çok uzun yazanlar, bilgi gösterisi yapanlar, sadece ajitasyonla yetinenler, edebi takılanlar, bulantı veren bir hakemlik rolünden vazgeçmeyenler… Bu eğilimlerin arkasında siyasal dağınıklık ve kifayetsizliğimizin, kamusal alandaki rol bölüşümünde yaşanan belirsizliklerin ve daha pek çok nedenin yattığını düşünsem de bunu tartışmanın yeri bu mektup değil. Vurgulamak istediğim nokta, klavyenin başına geçtiğinizde bu ihtimallerin başınızın üzerinde sallandığını hissediyor olmanız. Hayatını benim gibi evinde oturarak geçirmekte olan birisinin fabrikada çalışan bir işçi önderiymiş gibi yazdığını gördüğünüzde tedirgin oluyorsunuz. Tıpkı benim gibi siyaseten ‘Eli taşın altında olmayan’ birisinin bir merkez komite üyesi edasıyla yaptığı yorumlara şaşırıyorsunuz. Sınavlar aşarak o aşamaya gelmiş doktora öğrencilerine ders anlatır gibi, ansiklopedi maddesi yazar gibi cümle kuranları görüp irkiliyorsunuz. Bunların tümü ses tonunuzu seçerken aklınıza geliyor; geriliyor, sözün içeriği kadar tonuna da kafa yormak zorunluluğu hissediyorsunuz.
* * *
50 yazıya eşlik eden zaman hızla akıp gitti, tıpkı hayat gibi. Bu deneyimden tahmin etmediğim kadar çok şey öğrendim, öğreniyorum. Yukarıda bahsettiğim negatif örnekler, hâl ve tercihler benim de uzağımda değil. Gazete sayfalarının dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir hızla sarardığı bir ortamda, güncel olan ile teması kaybetmeden sosyalist gündeme sahip çıkanlardan biri olmaya çalışıyorum. Tabii ki tarafım ama nesnel kalmaya gayret ediyorum.
Haftaya buluşmak umuduyla…
- Ahmet Özer'in tutuklanması ve Kolombiya barış sürecinden dersler 03 Kasım 2024 04:32
- Fethullah Gülen'den sonra... 27 Ekim 2024 04:02
- ‘Çözüm’ü küçük çıkarlar için heder etmek 20 Ekim 2024 04:47
- ‘İç cephe’ çağrılarını 10 Ekim 2015’te yitirdiklerimizin fotoğraflarına bakarak düşünmek 13 Ekim 2024 04:47
- İsrail devleti terörü neleri örtüyor? 06 Ekim 2024 04:32
- Sağda birlik arayışları ve Kürtler 29 Eylül 2024 04:45
- Günay Kubilay'dan "Bir Kumpas Davasının Anatomisi" 22 Eylül 2024 04:00
- Narin… 15 Eylül 2024 04:51
- Reşit Kibar "Ne" için öldürüldü? 08 Eylül 2024 04:04
- ‘Barış’ emekçinin hayatına nasıl dokunur? 01 Eylül 2024 04:10
- ‘Kolektif Şiddet Siyaseti’ 25 Ağustos 2024 05:07
- Filistin kimin ‘dava’sı? Filistin kimin ‘dava’sı olmalı? 18 Ağustos 2024 04:50