2. Hapishane Günlükleri - 1* (İkinci bölüm)
Fotoğraf: Joseph Fulgham / Pixabay
29 Ekim 2022
Sincan Cezaevi
Gelelim cezaevine, şimdilik salon salomanje, dubleks bir koğuşta 8 odadan yalnız biri dolu, o da benimle. Koskoca alanda benden başka kimse yok. Ferah ferah oturuyorum, daha doğrusu uzanıyorum, çünkü 6 yıl öncesinden bildiğiniz gibi gene masa, sandalye yok. En azından bu kez yataklar ranza değil de oturur pozisyonda durabiliyorum. O zaman yazdı, battaniyeyi şilte yapıp yerde oturabilmiştim, şimdi mevsim sonbahar, duvarlar buz kesmiş, mümkün olmazdı yere serilmek.
Her cezaevi girişinde olduğu gibi, hele bu zamanda, temizlik malzemelerini edinebilmek için zaman gerekti. Bakırköy’de gardiyanlar bir kaba koyup sıvı sabun vermişlerdi, sıcak su da vardı, kantini halledene kadar duşumu yapıp, kurulanamasam da, yazın nimetlerinden yararlanıp kendimi kurumaya bırakabilmiştim. Sonra cezaevi müdürüyle görüşmenin ardından bir temizlik malzemeleri paketi de gelmişti ama biraz gecikerek.
İstesem belki gene temin ederlerdi ama 2016 hazirandan bugüne hayli değişmiş bir cezaevi yapısı, Sincan’ın Bakırköy’den hayli büyük ve yalıtılmış, epey soğuk koridorları beni de mesafeli kılsa gerek, istemedim.
Sıcak su akşam 5 ile 8 arası deseler de bana denk gelmedi. Böylece elimi, yüzümü sade suyla ova ova yıkayarak ilk günümü tamamladım. Sabah ilk iş kantin dilekçemi yazdım yazmasına ama o ablukada üzerimde para olmayınca son anda canım avukatlarımın elime tutuşturdukları 400 TL neye yetsin. Yetmedi tabii, kağıt kalem gibi temel ihtiyaçlar, eh elbette sabun vb. derken bir su ısıtıcı alamadım, oysa cam fincan da alabilmiştim. Derken tam avukat görüşüne çıkarken, kurulun beni çağırdığı haberi geldi. Müdür ve müdür yardımcısının da olduğu kurul sorular sordu, ben yanıtladım. Her aşamada sorulan “ne mezunusun” sorusu gene beni benden aldı elbette, bir yandan kendileri neden bana ihtimam gösterdiklerini anlatırken. Kendilerine cezaevi girişinde bir bilgilendirme föyü olsa, en azından temizlik malzemeleri temin edilse iyi olacağını, kitaplıklarındaki kitap listesini de bilgilendirme kitabıyla birlikte verseler, ayrıca kantin listesi olsa fiyatlarına ve mevcut paraya göre seçim yapmanın kolaylaşacağını söylemekten alıkoyamadım kendimi. İlk günüm sabunsuz, kitapsız ve çaysız geçmişti. Isıtıcım olmadığına göre ikinci gün de öyle geçecek gibi duruyordu. Koğuşa döndüğümde nezaketle bana bir çaycı gönderdiklerini gördüm. Geç de olsa bazı temizlik maddeleri ve hijyenik ped de getirdiler. Artık ikinci günümdeydim, cam bardağım, bir çaycım ve kuruldayken verdikleri cezaevi bilgilendirme kitapçığı, kitaplıktaki ve kitap alabilme olanağımız olan halk kütüphanesinin mevcut kitap listesi ile kantin listesi vardı elimde. Apar topar cezaevine götürülürken avukatlarımın hızla çantalardan topladıkları 2 kitaptan birini de getirmezler mi, değmeyin keyfime. Üstelik kalacağım koğuşu boşaltırken kadınlar buzdolabında birkaç çay poşeti de bırakmamışlar mı, onlara gönülden bir teşekkür borcuyla, vallahi çay bile demledim. Tahmin ettiğiniz gibi henüz yanımdaki ve teslim ettiğim o 400 TL normal çay almaya da yetmedi. Bir de resmi tatile denk gelince kalan yarım iş gününde yatan para da hesaba geçemedi, yetişse hızlı işlem yapacaklarını söyleyerek yüreğimi ısıttılar ama. Bazı olanaksızlıklar bize insanları hissetme olanağıyla olumsuzluklarını yitirir ya, öyle işte…
İkinci gün çayımı demleyip kitabıma daldım. Henüz güneşe çıkarmadılar, pazar da gelmedi ama bahtiyarım. Üstelik canım, kardeşim, yoldaşım, üstüne neredeyse 20 yıllık avukatım Meriç gelmiş, gülmüşüz, söylemişiz, nasıl bahtiyar olmam.
Bir de yıkansam, ah… Hâlâ sıcak su yok, anlamsız bir saat de olsa razıyım. Akşam 5,6,7,8’e kadar yolu var ama yok. Sabaha planlarımı yaptım, koğuşun önceki kadınlarına bir teşekkür daha biriktirerek. Sağolsunlar 5 lt’lik su şişesi bırakmışlar artlarında. Sabah ilk iş, çaycıda suyu ısıtıp yıkanacağım derken, cam rüzgarla ardına kadar açılıp cam fincanımı düşürüp kırmasın mı? Ama yağma yok, elimin altındaki kalın kitaplık listesine daldım. İlk elemede 50-60 kitaplık bir liste çıkardım, hâlâ bahtiyarım. Sabaha yıkanacak olmanın sevinci de cabası. Akşamları benim için dahi epey soğuk zira, koğuşumdaki petekler ısınmıyor. Ankara’nın sonbahar akşamları da kış hazırlığı yapar malum. Sonunda ben de sıcak su şişelerine sarılıp oturuyorum, bilenler inanmayacak ama ben de üşüyorum. Su şişelerine sıcak su doldurmayı akıl edince kendimi ateşi bulan Prometheus gibi hissettim, ne yalan söyleyeyim.
Üçüncü güne yani dendiği üzere cumhuriyetin yüz yılına hazırım. Bugün 29 Ekim, ben bahtiyar. Kahvemi yaptım, ısıtıcı şişelerimden birini de bardak olarak kullanıp, bir yandan duş için sularımı ısıtmaya başladım. Koğuşumun üst katında bir çamaşır, bir de kurutma makinesi var, günlerdir üzerimde olanları da henüz çamaşır deterjanı alamasam da, sıvı el sabunu olarak verdikleriyle yıkarım diye düşünürken, radyatörlerim gibi onların da sağır olduğunu keşfettim. İş başa, daha doğrusu ellerime düştü, her birini elde yıkayıp temiz çöp poşetinden bozma çamaşır sepetine yerleştirdim ya, nereye asacağım diye düşünürken, bu sefer de çöp poşetleri gene imdadıma yetişti. Üst kattaki parmaklıklı balkonun parmaklıklarına ip yaptım onları, çamaşırları da serdim. Balkon aşığı beni balkonsuz bırakmadıkları gözden kaçmasın lütfen. Gerçi ne kadar zamanda kuruyacaklarını merak etmeden olmuyor. Ben de çamaşır sıkmakta becerikli sayılmam. Okuyup yazmakta fena değilim, hekimliğim de kötü değil ama kurulda da sordular, yeteneğim var mı diye, ne diyeceğimi şaşırdım. Pek yetenekli değilim, olanlar da burada işlemez. Bozulan makineleri kurcalamayı severim, bazen de onarmayı başarırım ama bu yetenek sayılmaz. Üç yaşından beri de iyi ve doymak bilmez bir okurum, arada da yazarım işte. Tam da “Yüksek Topuklar” romanını yeniden okumaya başlamışken bu yetenek konusu çok karışık, iyisi mi burada bırakıp Murathan Mungan dostumuza bir selam göndereyim. Kitapsız bir günün ardından gelen ilk kitap oldu elime. Yazdığı tüm şiirleri, öyküleri, romanları, denemeleri büyük bir haz alarak okuduğum yazarlardan Murathan Mungan, Yüksek Topuklar’ı da çıkar çıkmaz okumuştum. Kurgusuyla, anlatının hazzı bir yana en sevdiklerimden olamadı o kitabı. Kadınlara dair bir öfke birikmişti kitapta. Gözlemleri sıkça yerinde olsa da, sorumlusu konusunda hedefin şaştığı hissini yaşatmıştı bana. Yeniden aynı duygular belirdi ama edebiyatın o şahane dünyasını armağan olarak sunmaktan da geri durmayan bir romanı okumanın hazzına kaptırıyorum gene kendimi. Onun için teşekkür borçluyum kendisine.
Hâlâ pazar olmadı, ama bugün beni güneşe çıkardılar. Havalandırmamın üstü son zamanlarda yaptıkları gibi tel örgülü değil. Güneş iliklerimi ısıttı, voltamı attım, şişeden de olsa çayımı içtim. Kitabım, çayım, güneş ve ben bahtiyarız. Yarın pazar, gene güneşe çıkarım. Pazartesi olmasa da salı günü bir masam ve sandalyem de olursa, kucağımda yazmaktan da kurtulurum, bir de cam fincan. Artık ne zamana kadar olursa.
İşte bu sizlere bağlı dostlar, siz mücadeleye devam ettikçe dışarıda, birlikte hem bahtiyar hem de özgür oluruz. Az kaldı…
Editör notu: Bu yazının ilk bölümü dün yayımlanmıştır.
- İnadına tanıklık 05 Aralık 2024 04:41
- Çetelere bütçe 21 Kasım 2024 04:59
- Büyümeden annen sana, ölüm alacak 14 Kasım 2024 04:42
- Bu zamanda hekim olmak 07 Kasım 2024 04:43
- İnsan hakları mücadelesine devam 31 Ekim 2024 04:43
- Çeteler kol geziyor 24 Ekim 2024 04:43
- Kimi, niye aşağılıyoruz? 17 Ekim 2024 04:34
- Şiir yazmanın sorumluluğu 03 Ekim 2024 04:43
- Siyah çöp torbasına atılan insanlığımız 26 Eylül 2024 04:45
- Sistematik işkence 19 Eylül 2024 04:41
- Narin bir çocuk 12 Eylül 2024 04:43
- Savaş hesabı 05 Eylül 2024 05:26