2. Hapishane Günlükleri - 2

Fotoğraf: Evrensel
31 Ekim 2022
Sincan Cezaevi
Gözaltına almalarını haftanın sonuna denk getirmeleri, perşembe tutuklama kararı ardından önlerine ek fırsat olarak çıkan cuma gününün yarım gün olmasından yararlanmış olmaları hesaplanmış mıdır, düşünmeden edemiyor insan.
Param hesaba geçmiyor, ısınmayan petekler onarılamıyor, çamaşırlar kurumuyor böylece. Biri de İshak Paşa olduğunu öğrendiğimiz Gürcü ata, atalarımın genlerine şükretmeli. Kolay üşümem ama benim için dahi soğukla neyse ki Prometheus’a selamla başa çıkabildim. Bugün yeni haftamız başladı, ben avukat görüşüne giderken tesisatçılar geliyordu, döndüğümde bütün petekler sıcaktı, emeklerine, yüreklerine sağlık.
Avukat görüşünde, bir insan hakları eylemci savunucusu ve adli tıp uzmanı kimliğimle yaptığım değerlendirmeden hareketle, Merkez Konseyin tüm üyelerinin görevden alınması davası açıldığı bilgisi, alıkonulduğumdan beri bölük pörçük kulağıma gelenlerle birlikte yerine oturdu. TV’de yaptığım değerlendirme benim adli tıp ve ağır insan hakları ihlallerinde biriktirdiğim bilgi ve deneyimden süzülmüş kişisel bilimsel görüşüm. Bunu bir fırsat olarak kullanıp, TTB’nin de, Merkez Konsey üyelerinin de kriminalize edilme çabası elbette kabul edilemez. Yakın zamanda toplanan Türk Tabipleri Birliği Büyük Kongresinde, Merkez Konsey 481 delegenin 400’ünün katılımıyla ve neredeyse yüzde 70’inin oyuyla seçildi. Belli ki seçimle, emekle başaramadıklarını hile ve desise ile yapmaya çalışıyorlar.
Bu bilgiyle öfkelenerek döndüm, ancak o öfke geri işlese de ısınmış petekler, ardından olanlarla içimi ısıtıverdi. Mazgaldan çağırdıklarında, yaşı benim kadar olmasa da orta yaşı epeyce geçmiş, çok güzel kırlaşmış saçlarının çevrelediği güzel ve şefkatli bakan bir yüzle karşılaştım, infaz koruma memuruna eşlik eden. Bana biraz Emine anneyi hatırlattı sesindeki o şefkat tınısı. Emine annem beni alıkoyanlara kızmış, “Kızımı hemen bırakın” demiş, haberi de geldi ardımdan. Günlerdir içimde taşıyorum “kızım” deyişini. Üzülmesinler ne Maside ne de Emine anne. Burada rahatım, şefkatli bakan gözler burada de içimi ısıtıyor.
Çamaşırlar için dilekçe vermiştim, dubleks koğuşun üst katındaki makineler çalışmıyor diye. Meğer onlar çocuklu anneler içinmiş. Çocuk, anne ve cezaevi ne kadar uyuşmazsa, doğumhane kapısında tutuklama emri gibi saçmalıklar yaşasak da, bunların geçeceğini, bu ihlallere yol açanların da elbette bağımsız kıldığımız mahkemelerde yargılanacağını biliyorum. Onun için değil mi tüm mücadelemiz zaten? Mazgaldan nerelere geldik, bakın işte.
O şefkat belli ki çalışan bir mahpustan yansıyordu. Çalışma yeri de çamaşırhane olsa gerek. Dilekçem üzerine sağ olsun müdüriyet çamaşırhaneden yararlanabileceğime karar vermiş, çamaşırlarımı almaya gelmişler. Her ne kadar emeğine karşılık veremeyeceğim bir başka mahpusa yük olma mahcubiyeti yaşasam da, hem şefkate hem bu öneriye hayli sevindim. İki pantolonumdan birini yıkayıp biraz balkona düşen güneş biraz da sıcak su şişeleri ile kısmen kurutup giysem de diğerini yıkayamamıştım. Tek uzun kollu bluzum da kirliydi. Hemen verdim, bir saat (saatsizim, tahminen) sonra da geri getirdiler. Gene aynı şefkatli yüz, kurutma makinesi tam kurutmadığı için biraz peteklerin üstüne koyma uyarısı yaptıktan sonra, bir de her gün geleceğini söylemesin mi? Mazgal deliğinden geçer mi bilmem ama gözlerimle sarılıp kucakladım onu, şu yetenek mevzusu da gene aklıma düştü. Ev içi işleri, yemek yemeyi sevdiğimden olsa gerek, yemek yapma dışında en yeteneksiz olduğum işler. Canım annemle babam da, bu konuda yetenek kazandırma çabasına girmediler pek. Sokak işleri bendeydi, bisikletime atladığım gibi, ne lazımsa alıp getirirdim. Hatta konu yemek olunca gerekmeyenler de dahil. İlkokulda öğle yemeğine eve giderdik. O zamanlar Kartal rıhtımında oturuyorduk, rıhtımdan sıra sıra balıkçı teknelerinin, balık ağlarının arasından eve yürürken mis gibi yosun ve iştah açıcı balık kokularının arasından geçip gitmek öyle keyifliydi ki! Bir öğle arasında o zaman çok sık karşılaştığımız tahta arabasının tezgahında “çingene palamutu, çifti 2.5 lira” diye ünlenen balıkçıyı görünce dayanamadım. Tezgahtaki turplar, tazecik yeşillikler de açlıktan ölmek üzere olduğumu hatırlatıyordu. Hemen cebimdeki harçlığımla bir çift balığımla yeşillikleri aldım, ancak bir eksik vardı. Evde balık rakısız olmazdı. Rıhtımdan çarşıya saptım, yanına bir de küçük rakıyı alıp muzaffer bir edayla eve vardım. Annemin beni bir büyük bir ciddiyetle karşıladığını, eminim ki içinden kopan kahkaha fırtınalarını asla belli etmediğini hatırlıyorum. Akşam balıkları hep birlikte yedik, onlar aldığım rakıyı da yanına katık ettiler, bana da teşekkür ettiler ama yaşadıkları sürece ne zaman çarşıya gitsem döndüğümde “hani rakı balık?” diye sormadan etmediler. Hâlâ o halime gülerim. Ev içi beceriksizliğimle ilgili yazarken, bir başka ev içi komikliğimle de canım edinilmiş annemi, bir tanecik Zeloş’umu anmadan geçmemeliyim. Eski eşim, sevgili arkadaşım, biriciğim Kardelen’imin babası ile sevgili olduğumuz, Zeloş’umun henüz Zekiye teyzem olduğu yıllar, okul çıkışı uğramışız. Nereden açılmışsa konu, temizlikten açılmış. “Çöpçü olur, sokağı süpürürüm, daha iyi!” der mi insan müstakbel kayınvalidesine, der işte. Ne güzel gülmüştük o gün hep birlikte. Ah canım Zeloş’um, o gülen sıcacık gözlerin, hep içimde...
Yıkanan çamaşırlardan, yetenekten buralara geldik, ama bana bu cesareti siz verdiniz dostlar. Altı yıl önce tutuklandığımda yazdığım Hapishane Günlüklerimi tefrika gibi heyecanla bekliyoruz, diyenler. Beni üzmemek için mi demiştiniz, bilmem ama şimdi “2. Hapishane Günlükleri” hem de Ankara günlüklerine katlanmak zorunda kalacaksınız. Tabii ben bunları avukatlarım aracılığı ile sizlere ulaştırmayı başarabilirsem.
Bunlar Canım Editörüm Fatih Polat için, gazetem Evrensel için, ama Sincan’da Evrensel yasaklı. Olurda yayımlarsanız artık çıkışta arşivden erişirim. Tüm Evrensel ekibine selamla, emeklerinize sağlık.
Evrensel'i Takip Et