28 Kasım 2022 04:50

2. Hapishane Günlükleri - 4

Ahmet Tulgar

Ahmet Tulgar | Fotoğraf: Fatih Polat/Evrensel

Paylaş

5 Kasım 2022
Sincan Cezaevi

Bu sabah kalkar kalkmaz mektup yazmaya koyuldum. Dün rengarenk zarflarla koğuşuma geliveren 7 mektuba yanıt yazmalıydım. İlk mektup Bakırköy’deki koğuş arkadaşımdandı. Tahliye olduğumuzdan beri koca şehirde bir kerecik Cumartesi Anneleri oturmasında karşılaşmamız, telefonda bir iki konuşmamız dışında şehrin iki yakasında dağılmış yaşarken hiç buluşamamıştık. İkinci mektup Kırıkkale Hapishane duvarları içinden seslerdi. Yazan 5 kişi idi ama diğer dördünün resimleri karalanmıştı. Aynı zarfta birden çok kişinin mektubu olmayacağını söyleyen gardiyanın sözlerini hatırladım görünce. Biraz sağlık sistemi, biraz da Frankfurt Okulu’ndan değerler çelişkisi çalıştıktan sonra kütüphaneden aldığım ilk kitaplardan Y. Mişima’nın ikincisinde bıraktığım “Bereket Denizi” dörtlemesinin üçüncü kitabı “Şafak Tapınağı”nı bitirdim ama olmadı, gene sevemedim nedense bu dörtlemeyi. Nehrin derinliklerinde dibi mi göremedim bilemeden nehir romanlara bayılan ben dördüncüye de bir başka tutuklamaya kadar ara verme kararı aldım. Mişima öğrenerek, keyif alarak okuduğum bir yazarken uzaklaşmıştım bu dörtlemeyle, insan ruhunun onun indiği derinliklerine inmeyi beceremedim belki de…

Dün canım avukatım, dostum canım Meriç’imin biriciğim Kardelen’imle kitaplıktaki el değmemiş görünen kitaplardan seçilmişler, bir de Necla Öngüç’ün TTB MK üyelerine ithafla ilettiği “Lavanta Salıncağı” da teslim edilmişti nihayet. Kendime, çıktığımda arama sözü vererek Necla Öngüç’ün kitabına başlayacağım birazdan.

Son iki gündür bu kocaman koğuşu temizlemek için epey uğraştım. Geldiğimde olabildiğince temizlenmişti, belki de Bakırköy günlüklerimde temizlemek zorunda kaldığım moloz yığınlarından haberdar olduklarındandır kim bilir. Şimdi yaptığım temizlik biraz dip köşe, buzdolabı, ıvır zıvır. Evet şaşırtıcı ama koğuşta buzdolabı ve arada haber saatinde kısacık baktığım bir televizyon da var. Kendi üslubumca temizlediğim bir yerde dünden beri bir de masa ve sandalyem var. İdarenin benim 1000 TL’lik kantin alışveriş sınırına sığdıramadığım masa ve sandalyeyi getirmesi mektuplar ve kitaplarla başlayan sevinç şölenlerimi pekiştirdi. Şahikasına ise canım kızımla sözün tam sözün ortasında kesilse de, başarabildiğimiz telefon görüşmesi ile erişti. Artık çalışmak, yazılarımı yazmak için bir masam bile var. Hatta masamın üstünde bir de masa saatim. Ben bahtiyar olmayayım da kim olsun. Epeyce de yazmışım anlaşılan ki ilk tükenmez kalemimi tükettim bile.

6 Kasım 2022
Saat: 07:00

Sabahın taze serinliğinde usulca gün ağarıyor, uzaktan tek tük kuş cıvıltıları geliyor. Bir de plastik masanın yazdıkça oynayan ayaklarından gelen çıtırtısı.

Dün Necla Öngüç’ün armağanı Lavanta Salıncağı’nı bitirdim. Çalışma arkadaşlarımızdanmış kendisi, bir hemşire. Alanımızdan biriktirdiklerini, hastalarla sağlık emekçilerinin çokça sevgi ve özveriyle kurulmuş ilişkilerini, ölümcül olabilen şiddetin kaynaklarını yalın bir dille anlatmış. Bir de hızla tükettiğimiz doğanın çocukluğundan kalan renkleriyle acı veren dönüş öykülerini bir lavanta bahçesine akıtmış. Küresel salgın dört bir yanımızı sardığında da daha da derinleşen çoklu krizlerden ekolojik kriz halinin bizleri bu salgınlara mahkum etme kapasitesi ve çözüm önerilerini tartıştığımız uluslararası sempozyumla, Diyarbakır’da yaptığımız son kadın kongresinin de ana başlıkları olarak ele aldığımız doğa yıkımı ve tüketilen yaşamları düşünürken, televizyonu her açtığımda karşıma çıkan iktidar sözcüsünün içini itina ile boşalttıkları değerlerimize ‘ekosistem’ sözcüğünü de eklediğini, dil öğrenirken okulda verdikleri ödevleri çağrıştıran yerli yersiz cümle içinde kullanma pratiğini dehşet içinde izledim. Neden haberleri dahi dinleyip izleyemediğimi acıyla hatırlattı bana. Yazılı halini okurken koruyabildiğim mesafeyi bir çırpıda katedip üzerime boca edilen o ses ve mimiklere tahammül edemediğimi kavradım bir anda.

Yıllar önce, aslında tam 20 yıl önce İstanbul Tabip Odasında ikinci kez genel sekreterlik görevi üstlenmişken insan hakları mücadelesinde yol arkadaşım olmuş canım dostum Ümit’lerden Erkol olanı da Ankara Tabip Odası başkanı olmuştu. İstanbul’daki toplantılarda bende kalır, toplantıdan kalan zamanlarda da Dünya Bankası projeleriyle sağlımızı elimizden alma, çalışma rejimini dönüştürme girişimlerine nasıl engel olabileceğimizi tartışır, tam da AKP iktidarının başlangıcında hastane kuyruklarından bezmiş insanların ağzına çaldıkları o bir parmak balın tehlikelerinden dem vururken, her seferinde beni haberleri izlemediğim için azarlardı. Televizyon Ümit’in gelişi ile sevinir, dönüşlerinde karanlık karanlık bakardı yüzüme. O zaman tam da adlandıramadığım duyguyu, cümle içinde sözcüğü kullanma pratiği yapan sözcüyü izlerken yakaladım. Canım Ümit’ciğim haklıydı bir yandan o beden dili, ses tonu, vurgular da kavram içi boşaltma harekatını anlamak için gerekliydi belki ama yaşamını işkenceyle mücadeleye adamış biri olarak kendi ellerimle kendime zarar vermeye de yanaşmıyordum işte. Belki Ankara’nın havası iyi gelir, Sincan’da o ses ve mimiklere mesafeli bir tahammül geliştirebilirim.

Necla Öngüç’ün öykülerinden ikisi meslektaşlarımızın katline dair. Dr. Ersin Arslan’ın 10 yıl önce katledildiği dönemi anarken, hekimlerin o zorlu seçimleri, ilk üç binin içinde yer almanın güçlüklerine değinmiş öyküsünde. Onu da daha bu yıl yitirdiğimiz Dr. Ekrem Karakaya ve anılmasına yönelik engelleri paylaştığı anlatı izliyor. Evet 10 yıl önce ilk üç bin imiş tıp fakültesine giren öğrenci sayısı. Bu yıl mezun olan meslektaşlarımız ise 20 bine ulaşmış durumda. On yıl içinde nüfusumuz yedi kat artmadığına göre, bunca hızla kontenjanları kat kat artırmanın sebepleri üzerine hep birlikte düşünmemiz gerekir. Kâr etmek üzerine kurdukları bu sağlık sisteminde kârı artırmak için kışkırttıkları sağlık talebinin altında kaldıkları aşikar. Ama daha önemlisi param parça ettikleri çalışma rejiminde güvencesizliği dayattıkları sağlık emekçilerini ucuz iş gücüne dönüştüğüne gittikçe daha da değersizleştirme çabalarının da payı büyük. Şiddeti de besleyen bu sistem de meslek örgütlerini ayak bağı olarak gördüklerini de söylemeye sanırım gerek yoktur. Yoksa bu yazı Sincan’dan yazılmazdı, öyle değil mi?

6 Kasım 2022
Saat: 17:52

Ancak akşam 5’e doğru gelebilen gazeteyle aldığım haber bu koca koğuşu bir anda dar etti. Okuduğum habere inanmayan gözlerle bakakaldım. Canım Dostum Ahmet Tulgar o gözlerinin içinden yeryüzüne yayılan sıcacık gülümsemesiyle bana bakıyordu ama artık gülüşünün o yüreğinden taşıp sarıp sarmalayan sevgisinden yoksun kalmıştım işte. PEN’in tüm yapıtlarını ayın kitabı seçtiği haberiyle çıktığımda onu göremeyecek olmanın karanlığı çöreklendi üzerime. Bakırköy çıkışı can dostu İshak Karakaş ile birlikte eve gelmişler, uzun uzun sohbet etmiştik, kitaplarının tadında. Ondan öğrendiğim Alman Çağdaş yazını, yazarları öksüz, dostlarının acısı acıma karışıp oturdum önce. Evrensel 20 yılı bulan iç dökmelerime tahammül ediyor. Can dostuma buradan veda edeyim istedim. Bir veda da değil, dostlarla her buluşmamıza onu da taşıyacağız. Hep yanımızda ya, kendisi de olaydı. Ev baskını ile gözaltına alındığım gün kalp krizi geçirmiş, 26 Ekim’de. Aramış mıdır sıkıntısı olduğunda danışmak için, zamanı olmuş mudur? Telefonumun kapalı olduğuna şaşırmış, benden yardım destek beklerken öylece kalmış mıdır? Gazete 3 Kasım’dan beri geliyor elime, 4 gündür tek bir haber yoktu hakkında. Yalnız ana/yandaş medyanın olduğu TV kanallarında bir haber olmaz mı? Her ölüm erken diyor Cemal Süreya ama acelen neydi canım dostum? Aynı yıllarda serserilik ettik İstanbul sokaklarında, aynı yıllarda insanlığa yaraşır bir dünya hayali peşine düştük, yollarımız kesişti yıllardır bu hayali gerçek kılmak için mücadele ettik. Görecek günlerimiz var daha!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa