İçinde işkence geçen kenti hatırlarken TTB'li olmak

Fotoğraf: Burcu Yıldırım
Ortasından geçen ırmağa paralel tek caddesi dışında yaşam alanı olmayan küçücük bir kentin en işlek bakkalı ile zorunlu hizmette tanışmaktan daha doğal ne olabilirdi ki? Onu tanımayan yoktu. Biraz pahacıydı ama hastane nöbetleri veya lojman yaşamının gereksinimlerine bir çırpıda yetişmesine ne demeliydi?
Derken günün birinde, öksürsen duyulacak küçük kentimizde bir telefon sesi ile irkildim. Hastaneden bir hemşire arkadaş üzgün ve titrek bir sesle “yanınıza uğrayacaktım ama içim almadı’ diyordu. ‘Neden?’ dediğimde ‘yoldan geçerken çığlık seslerini hiç duymadınız mı?’ dedi. Şaşırmıştım sorusuna. Hangi çığlıktan bahsediyordu? ‘Karakola bir telefon açsanız belki durdururlar’ diyordu yalvarırcasına.
Kentin en merkezi yerinde belediye binasındaki bakkalımız şimdi tam karşısındaki karakoldaydı. Nezarethaneden caddeye taşan çığlık sesleri, sesini tanıyanların itirazsızlığında işkenceye sessiz tanıklığa dönüşmüştü de haberim yoktu. Hani öksürsen duyulacak kadar küçük kentimizde çığlık sesleri havada kalmıştı da, dönemin Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’nun yaşadığı kentte, kadın sağlıkçılar dışında kulakları duyabilen kalmamıştı!
Evet, ‘bir telefon açsanız’ diyordu sağlıkçı arkadaşım. Ama nasıl? Sonrasında hukuk fakültesini dışarıdan bitirmeye çalışan İzmirli bir komiseri tanıdığımı hatırlattı. Koca bir kentin işkenceye kayıtsızlığında bir yabancı olarak ne yapabilirdim ki?
Cesaretimi toplayıp emniyet santraline “Komiser Kemal Bey’i bağlar mısınız?” diyebildim kısık bir tonla. Bağlandığında direkt bakkal V.’nin karakoldaki gözaltısını sordum ve benimle paylaşılan kaygıları ima ettim. Tüm kurgum telefonları kayda alınan bir kuruma yapılanlar kent için artık bir sır değil diyebilmekti.
Sonrasında o gün çığlıklar duyulmaz oldu ve birkaç gün içinde serbest bırakıldı bakkalımız. Günlerce yürüyemedi, işine geri dönebildiğinde pahacılığına yine devam etti. Ben ise bir hekim sesinin işkenceyi sonlandırabileceğini ancak yıllar sonra kavrayabildim. Falaka ve kaba dayağın bilimsel yöntemlerle yıllar sonrasında bile kanıtlanabileceğinden o yıllarda haberim yoktu.
Zorunlu hizmet sonrası yaşadığım kent İzmir’e döndüğümde, doksanlı yılların sonrasında, falakanın bir işkence yöntemi olarak en azından kendi kentimizde artık kullanılamamasında İzmir Tabip Odası Muayene ve Rapor Komisyonu ve TİHV’nin tıbbın olanaklarını işkencenin kanıtlanmasında kullanmalarının önleyici rolüne tanıklık ettim.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve TİHV’den süzülen o deneyim, sonrasında Birleşmiş Milletler belgesine dönüştü: ‘BM İstanbul Protokolü: İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı, Aşağılayıcı Muamele veya Cezaların Etkili Biçimde Soruşturulması ve Belgelendirilmesi İçin Kılavuz’. 2009 yılına gelindiğinde ise birçok şehirde bir yıla yayılmış bir programla yüzlerce hekim, savcı ve hakim İstanbul Protokolü eğitici eğitimi almış oldular. TİHV deneyimi, TTB pratiğinde adalet ve sağlık bakanlıkları ile işbirliğinde evrilmişti bu yolla.
İşte o Birleşmiş Milletler protokolünün editörlerinden, TTB Merkez Konsey Başkanı, TİHV Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı cezaevinde tutulmaya devam ediliyor.
Ve şimdi iktidar, gerek bir bütün olarak insan hakları, gerekse bir alt başlık olarak işkencenin önlenmesi ve savaşa karşı barış tutumu bağlamında, ülkeyi ve dünyayı dönüştürücü aktörlerden TTB’yi işlevsiz kılmak niyetinde
Hekimlerin toplumla ilişkisini belirleyen temel metin Hipokrat’a dayanıp, zaman içinde güncellenen Hekimlik Andı’dır. Hekimlik Andı özünde insanlığın ortak bildirgesidir. İçeriğine bakıldığında hekim ile meslektaşı, hekim ile hasta ve hekim ile toplum arasında bir sözleşi olduğu anlaşılır. Ama en etkileyici kısmı din, ırk, dil, siyasetin hastayla hekim arasına girmesine izin verilmeyeceğini tanımlayan kısımdır. Şimdi iktidar bin yıllardan gelen bu sözleşiyi yıpratmakla meşgul.
Toplumla hekimler arasında bir başka belirleyici tarihsel alan yasalardır. Bu konuda ilk akla gelenler arsında Hammurabi yasaları da vardır. MÖ 1700-1500 yıllarındaki tıp uygulamalarına ilişkin kurallar ve yasaları işleyen Hammurabi kanunlarında “282 maddeden 10 tanesi cerrahların alacakları ücretler ve hata yaptıklarında çarptırılacakları cezalara” aitti. Bundan 3 bin yıl önce ilgili yasa tıp mensupları için 215. maddeyi uygulardı. Bu maddeye göre “bir hasta operasyon sırasında ölürse, hayatını ya da gözünü kaybederse doktorun eli kesilirdi.”
Geldik bugüne: Bakalım Hammurabi’den bugüne ülkemiz AKP elinde nasıl bir yol almış? Diyorlar ki “TTB yasasını değiştireceğiz”.
Unutmayalım: Mesele salt bir hekim meslek örgütü olarak TTB’nin işlevsizleştirilmesi değildir, toplumun suskunlaştırılması ve her şeyden de önemlisi “söyleme mecburiyeti” iklimi yaratmaktır.
Tam otuz yıl önce bir hemşire arkadaşımızın da bana hatırlattığı üzere, hekimlik poliklinik dört duvarı arasında reçete yazmak değildir. Hastane duvarlarını aşıp kentin sorunlarını hissetmek ve çözüm üretmektir.
Dayanışma ile sağlıcakla kalın.
Evrensel'i Takip Et