12 Aralık 2022 04:50

Asgari ücret 25 bin TL olursa ne olur?

Bakırköy Belediyesi işçilerinin belediye binasına grev kararını astıkları eylemden bir fotoğraf.

Fotoğraf: Murat Uysal/Evrensel

Paylaş

Başlığı okuyan çoğu kişi her halde ‘kıyamet kopar’ diyordur!

Öyle ya…

Asgari ücret için en yüksek öneri DİSK’in talebi: 13 bin 200 TL. Görüldüğü gibi en yüksek teklif bile başlıktaki sayıya çok ama çok uzak.

Aradaki uçuruma bakan çoğu kişi de şöyle düşünüyor: “Gerçekçi olsa kimse bu düzeyi ifade etmez mi? Demek ki 25 bin TL çok uçuk”.

***

25 bin TL olsa ne olur?

Uçuk bulanların cevapları hazır: O zaman enflasyonu kimse tutamaz. Ekmeği 50 liraya yeriz. İşsizlik artar vs.

Özetle felaket!

İlla da felaketle mi sonuçlanır, başka türlüsü mümkün değil mi yani?

Peşin cevap vermeyip irdelemek lazım. Öyle yapıp, irdeleyeceğiz tabi ki...

Bir de 25 bini duyunca kestirip atanlar var: ‘O kadar ücret memleket şartlarında gerçekçi değil’.

25 bin TL düzeyinde bir asgari ücret memleketin şartlarına uymuyor mu gerçekten?

Bu sorunun cevabını verebilmek için memleket gerçeği ne, şartları ne?.. Onu bilmek lazım.

Enflasyonun kimimizi kıyım kıyım kıydığı malum! Kimimizi ise ihya ettiği de… Böyle bir durumda memleket gerçeği herkes için aynı olabilir mi?

Memleket şartı, memleket gerçeği’ diyenlerin kastı aslında şirketlerin kasası, kazancı…

Onların kasaları, kazancı ne durumda haberdar mıyız?

Gelin önce işe kasalara bakmaktan başlayalım sonra da diğer irdelemelere geçelim.

DUDAK UÇUKLATAN KÂRLAR

Geçen yıl şirketler ne kadar kazandı?

Pandemi vardı az kazandılar’ diye düşünebilirsiniz. Ama öyle değil! Çok kazanmışlar çok; ben değil kendileri diyor.

İnanmıyorsanız açın bakın İstanbul Sanayi Odasının internet sayfasına. Orada ilk ve ikinci en büyük 500 yani toplamda 1000 firmanın kazançlarını göreceksiniz.

Ford’dan başlayalım. Orada yazıyor ki dönem kârı 7 milyar 313 milyon TL. Çalışan sayısı 12 bin 832 kişi.

Kârı çalışan sayısına bölüp kişi başına kazancı da biz hesaplayıp söyleyelim: Bir yılda 569 bin TL.

Kemiksiz (Vergi, amortisman, faiz ödemesi düşülüp geriye kalan) aylık kişi başı 47 bin TL kâr demek bu!

Versin 20 bin lirasını işçiye… Patrona işçi başına 27 bin TL kâr kalır.

Aksa Kimya ile devam edelim. Kârı 880 milyon TL.  Çalışan sayısı 1307. Yıllık kişi başına 673 bin TL kâr. Ford’dan da fazla!

İki tane de tekstilden örnek verelim.

İlki, Korteks Mensucat olsun. Yıllık kârı 1.6 milyar TL. Çalışan sayısı 2812.

Kişi başı yıllık 567 bin TL kâr.

Diğer örnek Kocaeli’de kurulu Kordsa Tekstil’den gelsin. Yıllık kârı 395 milyon. Çalışan sayısı 1575. 

Kişi başına yıllık kârı 250 bin TL.

***

Geçen yılı pandemiye rağmen büyük kârlarla geçiren şirketler bu yıl ne yaptı dersiniz?

Bu yılın ilk 9 ayında özel sektör şirketleri 1982 sonrası 40 yılın en yüksek kâr artışını gördü. 

Öyle kazandılar ki, kazançları karşısında devlete ödedikleri Kurumlar Vergisi adeta coştu.

Sanayi şirketleri, bankalar ve borsada halka açık şirketler 2000’li yılların en kârlı dönemini yaşıyor.

Öyle böyle değil bankalar kârlarını yüzde 400 artırdı. Borsa şirketlerindeki kâr büyümesi ise yüzde 150’ler civarında.

KÂRLAR YÜKSEK, YA İŞÇİYE ÖDENEN?..

Teknolojisi gelişkin yerlerde işçi maliyetleri devede kulak! Örneğin Renault’da.

Her bir üretim bandında 19 işçi çalışıyor.

Bir işçinin saat ücreti sosyal haklar dahil ortalama 55 TL. Bir banttaki 19 işçinin saatlik toplam ücreti 1045 TL.

Saatlik olan bu tutarı 60’a böldüğümüzde bir banttaki bir dakikalık işçi maliyetini buluyoruz: 17.5 TL.

Her bir banttan 1 dakikada (53 saniyede) anahtar teslimi 1 araba iniyor. Ve işçiye sadece 17.5 lira ödeniyor.

Yüz binlerce liralık arabanın içinde işçi maliyeti sadece 17.5 lira. Ne muazzam (patron için tabi, işçi için ise vahşi) sömürü değil mi?

***

Yukarıda dikkat çektiğimiz devasa kâr artışının arkasında Renault örneğindeki gibi bir sömürünün yanı sıra şunlar da yatıyor:

* Çok hızlı yükselen enflasyon şirketlere yaradı. Şirketlerin ciroları arttı, kârları hızla katlandı.

* Ucuz emek, değersiz TL sonucunu doğuran artan döviz kurları ile yapılan ihracat kârları büyüttü.

* Enflasyonunun yüzde 85’lerde gezindiği bir ülkede yüzde 20 faizle kredi verilmesi şirketlerin kârlarını besledi.

Aynı süreçte sabit gelirli, maaşlı, ücretli, işsiz kesimin durumu kötüleştikçe kötüleşti. Alım gücü hızla azaldı.

Öyle bir erime ki… Bu yıl iki kez zam yapılan, geçen yıla göre yüzde 195 artan (geçen yıl 2 bin 825 TL olan asgari ücret şimdi 5 bin 500 TL) asgari ücret yine eridi gitti. 7 bin 800 liralık açlık sınırının oldukça altında kaldı.

Kiralar öyle bir arttı ki… Artık barınma sorunu yaşanıyor. Daha ucuz semtlere doğru kira göçü yaşanıyor.

Devletin memuru -kiralardan dolayı- İstanbul Kadıköy’e, gözde sahil illerine tayini ceza olarak görüyor. 

Enflasyon fakirden alıp zengine vermenin hortumu olmuş! Kaynaklar doğrudan halkın cebinden, midesinden koparılıp imtiyazlı bir kesime aktarılıyor.

“Artı değer” sömürüsü ‘sistem’i doyurmaya yetmedi. İşçi, memur, köylü olarak rendelenenler bir de tüketici olarak piyasada eritiliyor.

Milli gelir büyüyor; ücretliler kaybediyor.

Ücretlilerin milli gelirden aldığı pay yüzde 39’lardan yüzde 26’lara geriledi. Zengin daha zengin, fakir daha fakir artık!

Türkiye sermayesi, bir krizi değil, olağan-dışı bir sömürü ortamının nimetlerini yaşıyor. Emek ise ‘ucuz işgücü ile üretim merkezi olmak’ iddiası altında tam bir ucuz işçilik cehennemine mahkum.

Böyle bir memleket gerçeği içinde tartışılması gereken şey şu olmalı: Emekten çalınan geri nasıl alınacak?

GERİ ALMA YILLARI 1990'LARI HATIRLAMAK

Enflasyon 1990’lı yıllara döndü. İşçi sınıfı ve emekçiler de yüzünü 1990’lı yıllara dönmeli. Zira oradan çıkarılacak dersler var.

12 Eylül askeri darbesiyle hayata geçirilen vahşi emek politikaları işçi sınıfını ve emekçileri -tıpkı bugünkü gibi- iyice yoksullaştırmıştı.

1980 darbesinden sonra sessizliğe bürünen işçi sınıfı ölü toprağını üzerinden atan eylemlerine 1989 baharında başladı.

Öncesinden ufak ufak kendini gösteren ama 89’un mart, nisan ve mayıs aylarında yoğunlaşan eylemlerin sonucu çabuk geldi: 1989 yılının ilk çeyreğinde imzalanan toplu iş sözleşmelerinde ani bir yükseliş görüldü.  

Örneğin; Şişecam grubunda birinci yıl ücret artışları yüzde 238 civarında gerçekleşti. Kağıt iş kolunda ücret zammı yüzde 220’ler seviyesinde oldu.

1989 toplu iş sözleşmelerinde ücret zamları enflasyon dikkate alınarak yapılmadı; yıllar boyunca kaybedilenleri geri alabilmek üzere yapıldı.

1989 yılının ortalarında hükümet ile Türk-İş arasındaki kamu sözleşmelerindeki tıkanma, yüzde 140’lık bir anlaşmayla aşıldı.

1990 yılı ise yaygın grevlerin yılı oldu. 38 firmayı kapsayan çimentoda grev patronların yüzde 250’nin üzerindeki ücret zammı teklifi kabul edilmediği için hayata geçirildi.

Lastik fabrikalarında ise patronun yüzde 100’ün üzerindeki teklifi kabul görmediği için…

Dönemin enflasyon oranları ise şöyleydi: 1990’da yüzde 60.6; 1991’de yüzde 71.1!

O dönem işçi sınıfı enflasyona değil yaşadığı alım gücü kaybına baktı. Aldığı ücretle insani bir hayat sürdürememesine odaklandı.

İşçi sınıfı bunlara bakarken şimdinin Cumhurbaşkanı Erdoğan da o dönem bu bakışa hak veriyordu; ‘enflasyon’, ‘memleket şartları’, ‘yüksek zam talebi gerçekçi değil’ gibi lakırdılara değil!

1988’de, Refah Partisi İl Başkanı olarak grev gözcüsü önlüğünü giyerek desteğe gittiği Darphane grevinde şu cümleleri kuruyordu: “Ülkemizde özellikle 1980 sonrası hükümetler işçi haklarına insan onuruna yakışmayacak şekilde ilgisiz kalmaktadır. Alın teri kutsallığını yitirmiştir. Ülkemizde işçilerimiz kira ücretlerini dahi ödeyemeyecek zorluklar içerisindedir. Bu zulme son verene kadar haklı ve kararlı mücadelelerin yanında olmayı inancımız gereği görev telakki ederiz.”

Kira ücretlerini ödeyemeyecek zorluklar içerisindeki işçi sınıfına duyurulur.

‘HAKKIDIR TAMAM DA, VERİLİRSE AMA…’

“Dünyanın en yüksek ikinci enflasyonu altında eriyen emekçilerin kayıplarını telafi etmesi hakkıdır, hakkı olmasına da ama…” diye başlayan tezleri çok sık duyuyoruz, bu aralar.

Bilmeliyiz ki ‘ama’dan sonra söylenenler sorgulamaya muhtaç.

Örneğin ‘ücret artışı enflasyonu artırır’.

2016 yılında asgari ücret yüzde 30 artırıldı. O yılın enflasyonu yüzde 8.3.

Görüldüğü gibi enflasyonun 4 katı ücret artışına rağmen, enflasyon ülkenin en düşük oranlarından biri ile kapattı yılı.

Şimdi de ücretler yüksek olduğu için enflasyon rekor kırmıyor. Tam tersine emekçiler enflasyon yüksek olduğu için ücret artışı talep ediyor.

Enflasyon sıfırdı da işçiler ‘ücretlerimi artırın’ mı dedi. Öyleyse enflasyonun kaybettirdiklerini talep ettiklerinde onlara ‘dur!’ demek de neyin nesi.

Türkiye’de enflasyonun sebebi döviz kurundaki artış. Daha doğrusu üretimin dışa bağımlı olması.

Enflasyon kağıt üzerinde gerilerken gıda fiyatlarındaki artış sürüyor. Gıda enflasyonu beğenilmeyen TÜİK hesabında bile yüzde 100’ün üzerinde.

Niye?

Çok net: Tarımsal üretimde kullanılan temel girdilerin hemen hepsinde dışa bağımlı olmanın sonucu.

Gübrede yüzde 95 dışa bağımlı. Zirai ilaçta, bazı ürünlerin tohumunda, hayvancılığın temel girdisi yemde dışa bağımlılık çok yüksek.

Ha keza mazotta, enerjide de öyle!

Bağımlılığın acı sonuçlarına çözüm üretmeyi düşünmek tercih edilmiyor. Onun yerine kazandığının üçte birini gıdaya ayırmak zorunda olan işçiyeyüksek ücret isteme’ deniyor.

Neden akılcı yöntem işçiye ‘isteme’ demek olsun ki?

Asgari ücrete gelen zam olumlu sonuçlar doğuramaz mı?

Asgari ücrete gelen zam talep artışını, talep artışı da pekala üretimi artırabilir. Böylesi bir sonucun hangi şartlarda sağlanabileceği tartışılabilir.

Tartışılmıyor; yerine ‘ücretler çok artarsa enflasyon artar, gelir eşitsizliği büyür’ deniyor.

Oysa daha düne kadar dünyanın her yerinde enflasyon düzeyi yüzde 2 ile 5 arasındaydı. Hem de 30 yıldır.  

Gel gör ki gelir dağılımı korkunç bozuldu. Emeğin aldığı pay küçüldü, düşük enflasyon sermaye lehine fayda sağladı.

Fiyatla değil, düşük ücretle ve teknolojik sömürü katlamasıyla emeğin payı azaltıldı; emeği baskılayan mekanizmalarla ufalandı.

Bu gerçek görmezden gelinerek yine karşımızda aynı tez tekrarlanıyor: ‘Refah ancak ekonomik büyüme ile gerçekleşir, ücret artışıyla değil’.

O zaman soralım: Türkiye ekonomisi bu yılın 9 ayında yüzde 7 gibi yüksek bir büyüme performansı göstermesine rağmen neden emekçilerin refahı artmadı?

Artmak ne kelime?.. Yoksul ve orta gelirli insanların refahı ciddi şekilde azaldı!

***

Elbette her sektörde işçi başına on binlerce lira kazanılmıyor. “Emek yoğun sektörlerde kârlar düşük”. Ve Türkiye’de küçük işletme sayısı bir hayli fazla.

Elbet de fiyat artışı ile ücret arasındaki ilişki sıfır değil.

Bunları da bir sonraki yazıda dile getireceğiz. Zaten mesele bunları görmemek değil. Mesele bunlar üzerinden emeğe sürekli bedel ödetilmesinde.

40 yıldır dünyada ve Türkiye’de bütün sorunlar emeği bastırarak çözülmeye çalışılıyor. Ama 40 yıldır da bölgesel ve küresel ekonomik krizler hiç eksik olmuyor.

Başka bir gerçekliği tartışmak artık elzemdir.

Devam edeceğiz!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa