Hapishane Günlükleri - 8

Fotoğraf: Pixabay
6 Aralık 2022
Saat: 16.43
Sincan
Günlerdir yazamadım anlatamadım bir türlü bu mahpus mahalde gözlemlediklerimi, karşılaştıklarımı, konuştuklarımı. Durmadan, tükenmeden, soluksuz okudum. Şimdi posta gelince elimden bıraktığım, daha ilk kitabıyla tutkulu bir okuru olduğum Can Gürses’in son kitabı, “Bir Ömrün Takvimi”, içinde canım dostum, küçük kardeşimin mektubuyla yanı başımda. Ona yazdığım mektup geri dönmüş, “Bekleme müddeti bitti” yazıyor zarfın üzerinde… Bilememiş postacı dostluğumuzun müddetsizliğini. Oysa bu bir ilk “Görülmüştür” mektubu olacaktı. Daha dün almıştım görüşçüm olmasını sakıncalı buldukları haberini, Ümit Biçer’le ikisi, canlarım barış istedikleri için belli ki tehlikeli addedilmişlerdi savaş isteyenlerce. Oysa bilmiyorlar mı, “Savaş istiyorum!/ilk önce vuruldu bunu söyleyen” tam da Brecht’in dediği gibi. Ezberim kötüdür dostlar, kelimesi kelimesine değilse şiir, af ola.
Buralarda bir haftadır biraz inişli çıkışlı aktı hayat. Önce kan basıncım zıpladı hafiften, biraz da benim hatam… İlacımı azaltmıştım son zamanlarda, Covid-19 geçireli beri düzensizleştiğinden, sonra da sinüzitim azıverdi, hiç çıkmaz ateşim çıktı. Yazacak halim olmadı bir türlü, oysa ne çok şey birikmişti gördüklerimden. Türlü türlü sevk araçlarına bindim, kelepçenin soğuk çeliğine değdi bileklerim. İlk hastane ziyaretim acile denk gelince her tarafı kümes teli gibi tellerle çevrili bir oturma yerinde bir başıma, buz gibi soğuk bir aracın içinde, bencileyin tellerle çevrilip yanıma dizili gencecik jandarmaların arasında yol aldım kampüs içinde. Bizim binadan çıkarken taktılar kelepçeyi. Sonraki iki ziyaret kardiyolojiye oldu, iki farklı hekimle. Gördüm ki biz artık Taner Hoca’mın değişiyle “anamnez” öykü almayı bıraktığımız gibi muayeneyi de terk edeli çok olmuş. EKG’lerimiz, EKO’larımız var, alet işler el övünürmüş. Gardiyanların “Rasime”, “Şebnem” diye seslenmesi ilk başlarda garip gelse, “sen” hitabına şaşsam da mahsus mahallin insanlıktan azletme pratiği diye baktım ya bir aydır, hekimin, bir meslektaşımın, “sen” deyişi, insan yaşasın diye varlığını yeniden üreten birinin insanlıktan çıkarmaya yatkınlığı, yıllardır öğretme çabamızın nasıl da reddedilmeye çalışıldığını, bizi insan olarak, hekim olarak değersizleştirmek adına yürüttükleri politikalara kendisini teslim edenleri hatırlattı da, “hocam” diye karşılayanlar da bir o kadar umudumu güçlendirdi. Hocalıkla övündüğümden değil, birlikte öğrendiğimiz tüm o gençlerin kimliğime kattıklarımdan soyulma, kimliğimizden arındırılma girişimiydi bana hüzün veren. En yakın dostluklarla bile “siz” kolay kolay “sen” olmaz dilimde, bu hayatta ne çok sevdiğim babamla, babaanneme dahi “sen” dememişken, onları ölüme uğurlarken bile “siz” ile uğurlamışken, “sen” olmayı garipseyivermiştim işte.
İkinci sevk aracımız bir küçük otobüsçüktü. Bu kez hastaneye sevk edilen diğer mahpuslarla birlikteydik. Kelepçe törenini bir köşeden izliyordum dehşetle. Çifter çifter kelepçeleniyordu insanlar, gene bir azletme eyleminde. Sonra iki kişi kalmıştık, ikimiz de bir çırpıda reddettik birlikte kelepçelenmeyi. Hem belli ki 2 “siyasi ve tehlikeli” mahpusu yan yana koymak onlar için de kaygı vericiydi, hemen kabul ediverdiler. Otobüsün ön sıralarına bindirilenleri de ayartmayalım diye mi bilinmez, onları hapsedip öne, sürgüledikleri kapının ardına, iki ayrı sıraya da bizi yerleştirdiler. Hastaneye geldiğimizde polikliniklerden bir kapıyla ayrılmış alanda 4 veya 5 demir parmaklıklı nezarethaneden birine hepimizi koymakta bir sakınca görmediler ama sonrasında. Çoğu adli mahpustu ya, ikisi de “siyasi” ama devletin kendilerine böyle sırt çevirmesinden şaşkın olanlardı. Bir de anneciğiyle gelmiş küçüğümüz vardı aramızda, biraz ağlamaklı. Salıncağa dönüşüveren bir hırkayı attı annesinin ellerine mahpuslardan biri, bir incecik türkü tutturdu anlamadığım için utandığım, bu toprakların olan bir dille diğeri. Sohbete koyulduk sessizce. Meraktaydılar, duymuşlardı, nasıl da “devlet düşmanı/hain” biri olarak ben, hem kendi annelerine benzer hem de hiç benzemez oradaydım. Onları dinledim en çok ben, uyuşturucu baronları insanlarımızı zehirlemeye devam etsin diye salıverilmişken o işlere araç kıldıklarından bu mahsus mahalle yollanmışları, yoksulluğun ağırlığını, çocukların darbeci kılınmasını.
Son ziyaret bizim hastanede hep kaygılı gözlerle izlediğim o bildik teneke sevk aracıyla oldu. Hücre hücreydi içi, üçerli sıralar vardı sert plastikten iki sıra. İkişerli kelepçeleriyle koyup diğerlerini hücrelere, beni sona bıraktılar. Hücremin içine bir anda memleket doldu tenekeyi kazıyıp da yazdıklarımdan. En çok Çin Çin’liler olsa da Hakkari’den İzmir’e dolaşıp durdu aklım. Bu sefer beni ayırıp nezarethanenin dışında tuttular, geçen sefer dinlediğim öykülerin ötesine sızmasın hayatlar diye belki… Belki de her nezarethaneden “Şebnem Hoca” diye gelen selamlar, gülümsemelerden rahatsız. İşim biter bitmez de alıp götürdüler zaten o hücreli sevk aracında bir başına.
Öğrencilerimi hatırladım bir kez daha, paylaştıklarımızı. Hastane bahçesinde gördükleri sevk araçlarını konuşurduk. Nöbet değişimine denk gelip ertelenen sevklerle gecikenleri geciktirmemek gerektiğini bizimle buluşmalarında. O zaman bilmesem de, şimdi gördüğüm tenekelerin kış soğuğunu, her taşı hissettiren sertliğini, yazın kızgın güneşin altındaki havasız sıcağını hissettirmemek gerektiğini hekimle karşılaşmalarımda. Tam da Spinoza’nın dediği gibi ıstıraplarını dindirmenin önce onları görmekten geçtiğini… Neden mahpusların en sıkıntılı sağlık sorunlarında hastaneye gitmek istememelerini şimdi o kadar iyi anlıyorum ki. İyi gidip hasta dönülecek yolculuklar o sevk araçlarıyla çıkılanlar.
Onların soğuğuna gündüz sönen kaloriferler, sıcak su saatlerinde koğuşun artık buz gibi olmuş soğuğu eklenince de ateşleniverdim bir gece. Zili çalıp da geldiklerinde soğuk uygulamasıyla içim titreyerek düşürmüştüm ateşimi. O buz gibi sevk aracına binecek halim olmadığından sabah revir için dilekçe verdim, bu sefer dinlendi hem de muayene etti gül rengi bir hekim. İlaçlarımı da yazdı ya, ancak ertesi akşama geldi ilaçlar, işte bugün üçüncü gün, nihayet antibiyotiğim ve ben başa çıktık orada olmaması gereken bakterilerimle, böylece yazıyorum size hapishaneden. Ama biliyorum, yanı başınızdayım, nöbetler tutuyorsunuz benim için, günlüklerim gibi umutla, dirençle haklarımızı savunuyoruz, susmuyor, haykırıyorsunuz. Direnciniz direncimdir. Dostluğunuz dostluğum.
Evrensel'i Takip Et