31 Aralık 2022 04:17

Türkiye ikinci yüzyıla hazır mı?

Fotoğraf: Volkan Furuncu/AA

Paylaş

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına giriş bir başarıdır. Ancak bu başarı yıl sayıları ile ölçülmektedir. Bir ülkenin yüzyıl gibi oldukça uzun bir dönemdeki gerçek başarısı ise, ancak onun ekonomik ve sosyal alandaki kazanımları ve bu kazanımları ile uluslararası sıralamada kazandığı yeridir. Ülke olarak bir asra sığdırabileceğimiz tek büyük bir başarı, 1950 yılından beri iktidarı işgal eden gerici siyasilerin giderek yükselen tarikat-cemaat iş birliği ile yıpratıcı faaliyetlerine rağmen, Cumhuriyet dönemi üst-yapı devrimlerinin dayanıklılığını koruyor olmasıdır. Son yirmi yıllık AKP politikaları ülkenin üzerine büyük bir kabus gibi çökerken, belki de ikinci başarı demokratik halk hareketi ile bu kabusun parçalanıp, ülkenin kaderinden silinmesi olacaktır. CHP’nin, yerli ve yabancı akademik personelle tertiplemiş olduğu İkinci Yüzyıl program toplantısı belli çevrelerde heyecan yaratmış olmakla beraber, büyük kütleleri harekete geçirecek kapasitede gözükmemektedir. Bugün değerli okurlarla bu toplantının ufak bir bölümünün değerlemesini yapmak istiyorum. Zira tüm toplantının yorumlanması bu metni aşar olmakla beraber, burada söylenenler bir bakıma geneli de kapsar

AKP iktidarından şikayetle yola çıkıyor olduğumuza göre, hem AKP’nin kendisine düstur ettiği ana programı, hem de bu programın uygulanışında AKP’nin izlediği tek-adam yönetim biçiminin sıkıntılarının tanınması ve saptanacak sorunların izalesi yollarının araştırılması olmalıdır. Hemen şunu saptamalıyız ki, AKP’nin izlediği ekonomi politikası bizzat AKP’ye özgü bir parti programı olmayıp, 2000 IMF-Derviş programıdır. Bu program, Türkiye’nin ekonomik sorunlarını çözmeyi amaçlamıyordu. Programın amacı, dönemsel krizini yaşayan küresel sermayeye yeni ve güvenli piyasa oluşturmak idi. Arkaya IMF desteğini almış olan Türkiye’ye hücum eden finansal ve kısmen reel sermaye ilk etapta ekonomide yatırım ve kalkınma alanında fazla bir değer yaratmadan, yüzeysel bolluk oluşturup, oluşan kâr ve faiz gelirlerini toplayıp ülkeyi terk etmeyi hedefliyordu. İşte, çok öz anlatımla AKP’nin ilk dönemlerinin olumlu, ikinci dönemim olumsuz yorumunun altında yatan süreç kabaca budur. Kısacası, AKP süreci iki farklı iki dönemden değil, birbirini tamamlayan tek dönemden oluşmaktadır. Birinci dönem, ekonominin soyulması pahasına reel ve özellikle de finansal sermaye girişi dönemi, ikinci dönem ise, gerçekleştirilen soygunun kâr ve faiz olarak yurt dışına çıkışı dönemidir.

Dikkat edilirse, bugün başımızı ağrıtanlar bu süreçte iç içe geçmiş mekanizmalardır. Bunlar, birincisi taşların bağlandığı köpeklerin salındığı neoliberal küresel sermayeye denetimsiz olarak ekonominin açılması; ikincisi ise, bu sürecin doğal sonucu olarak ulusal devletin uluslararası sermayenin emrine sokulmasıdır. Bugün şikayet ettiğimiz tek-adam rejimi, klasik devlet teşkilatı ve işleyişinin ticari zihniyetle çalışan şirket yapılanmasına dönüştürülmesi, eğitimin sulandırılması ve çökertilmesi, medyanın yandaşlaştırılması emperyalizmin ekonomiye sızmasını kolaylaştıracak aracı politikalardır. Diğer bir deyişle, vaktiyle FETÖ denen bir emperyalist aracıyı ele geçirmiş olan sömürücü güç, miadı dolduğunda oyuncu değişikliği yaparak saha dışına almıştır. İngiliz politikasının çok isabetle saptamış olduğu, İslam dünyasının fethinin dincilik sahtekarlığından geçtiği tezi her daim devrededir. Onun için dincilik çok önemlidir. Onun için emperyalizme karşı çıkacak gerçek ulusalcılık da sulandırılarak dinci çetenin yanına eklemlenmeli idi. Her iki sahte damarı besleyen doku da ülkeyi ahtapot gibi saran, ekonomi ve siyasetle doğrudan ilişkili tarikat ve cemaatlerdir. Şimdi bu kara tablo arkada duruyorken, bunlara dokunmadan bugünkü işleyiş ve süreçlerin aksinin yapılacağının söylenmesi geçerli olabilir mi?

Programda dillendirilen, yeşil istihdam, dijital çağa uyum, ihracatta ileri teknoloji, piyasa aksaklıkları, Merkez Bankası politikaları, ekonominin verimsizliği, eğitimin durumu vs. gibi tüm konular birbiri ile sıkı bağlantılı ve emperyalizme odaklıdır. Tek bir örnek vermek gerekirse, ihracatta teknoloji ağırlıklı ürünlerin oranının yükseltilmesi meselesi eğitim ile ilgili bir konudur. Peki, bugün eğitim sistemine başat olan imam hatip ezberci skolastik yöntemle bu konuda ne kadar yol alınabilir ki! Programda bu konuda anlamlı ve reform niteliğinde bir dokunuş yoksa ihracatta teknoloji ağırlıklı ürün oranı meselesi havada kalmıyor mu? Mesele dron yapmak değildir. Zira teknoloji alt düzeyde bir tür teknik eğitimdir, yani bir tür alettir ya da araçtır. Peki, neyin aracıdır? İşte bu konuya, yani o güçlü aracın nerede, ne zaman, ne işe yarayacağı konusuna ancak ve yalnız felsefi boyutta düşünebilen siyasetçi karar verecektir. Demem şu ki, felsefeden yoksun teknoloji kaçınılmaz olarak güçlünün emri altına girmeye mahkumdur. Eğitim sisteminden felsefeyi kaldırmış bir siyasi yapı ülkeye ne denli zarar vermişse, eğitime felsefe ışığını getirmekten söz etmeyen bir proje de ondan farklı görülemez.

Programda sözü edilen bir dizi alt seviyede araçları bir tarafa koyarsak, önemli bir saptama kamuculuk sözcüğünde ifadesini bulur. Bugünün şirketleşmiş devlet kabusunu yırtacak olan kamuculuk anlayışıdır, fakat programın belkemiğini oluşturması gereken bu konuyu bir sözcükle geçiştirmek anlaşılır gibi gelmemektedir. Günümüzün hırçınlaşan emperyalist akımı ve ondan güç alan sermaye çevreleri karşısında ulusal devletleri görece güçlü kılacak temel yapılanmada devlet erkinin hiçbir koşulda iç ve dış sermaye gücünün altında olmaması gereğidir. Çoklu denetim mekanizmaları ile sıkı toplumsal denetime alınmış bir devlet yapılanmasının olmaması, yap- işlet-devret ya da kamu-özel ortaklıkları gibi durumlarda görüldüğü üzere, devlet erkinin arkasına sığınan yerli ve ulusal sermayenin kamu çıkarı aleyhine halkları soyması, günümüzde de yaşayarak gördüğümüz gibi, işten bile değildir. Peki, durum bu ise, devletin toplumsal yarar doğrultusunda yapılandırılması amacıyla hiçbir adım atılmadan, hiçbir öneri geliştirilmeden kamuculuk nasıl güdülecektir ki?

Açık olmalıyız; ekonominin halk adına yönetilmesi ve çalıştırılması hedefine piyasa ağırlıklı bir modelle mi, yoksa kamu ağırlıklı bir modelle mi ulaşılmaya çalışılmaktadır. Bu meselenin karara bağlanmamasından çekinilmesinin iki sebebi olduğunu düşünüyorum. Birincisi, sermaye ve emperyalist güçlerden çekinilmesi; ikincisi ise, saptanan hedeflerin, işleyişte bazı ufak değişikliklerle sermaye ve piyasa sisteminde yapılabileceği şeklindeki yanlış kanaattir. Bence, iktidara yürümek isteyen bir siyasi hareketin birinci ilkeye bağlı olması, ikinciye olan inancından daha anlamlıdır. Zira birincisi sermaye ve emperyalist güçlerin sosyopolitik alanda topluma dayattığı bir gerçeklik, inanç, hatta bir tür politik baskıdır. İkincisi ise, yine sermaye çevrelerinin topluma ve siyasilerin kafalarına enjekte ettiği ideolojik saplantıdır. Her iki bakımdan da saplantılı-bağlantılı kısıtlarla çizilmiş programın bir reform niteliği olmadığı gibi, böyle bir program için emperyalizme ve sermayeye karşı bir duruştan da söz edilemez.

Mutlu Yıllar!

Yeni yılın tüm insanlığa barış ve refah getirmesi dileğimle,

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa