Bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş

Son düzlüğe girdik.

Öyle ki seçimin 4 ay sonra gerçekleşme olasılığı bile var.

İktidar elindeki kozları seri şekilde duyururken muhalefet de seri saldırılar arasında kendi stratejisini kurmaya çalışıyor. 

Cumhur ittifakı kaybederse sadece iktidarı değil, bütün düzenini, rantını, kurduğu sermayenin akarını, kitlesini, partinin geleceğini ve hatta çoğu isim de özgürlüğünü kaybedecek.

Muhalefet kaybederse, biz elimizde kalan her şeyi kaybedeceğiz. Ki fazla da bir şey kalmadı zaten.

Öyle artık doğayı, seyahat edebilme özgürlüğünü, yaşam hakkına saygı duyulmasını falan geçtik, biz bir somun kuru ekmeği dahi kaybedeceğiz. 

Bir memleketin büyük bir kısmı iktidarın değişimini bunca yıldır tutkuyla ve hasretle isteyip de nasıl bu kadar rutin içinde bekleyebilir?

Bir seçim bunca hayati olur da nasıl hala siyasi hamlelerin stratejisi iktidara yönelmek yerine olası iktidar pozisyonunda tutulacak konuma göre olabilir?

Daha önce defalarca dile getirmeye çalıştım, hatta aylardır her fırsatta yazılı, sözlü aynı konu etrafında geziyorum; toplumsal bir heyecan ve coşku olmadan seçime girmek hepimiz için büyük bir risk. Gönlümden geçen ittifakların seçim tarihinden önce heyecan yaratabilmek, takip edilirliği sağlamak için büyük bir kampanya örgütlemesiydi. Bu süreçte de seçim tarihi belli olduktan sonra da çatı slogan kullanıp, partilerin kendi kampanyalarında bu çatı sloganı evriltilmesi, bir parola gibi, bir umut ışığı gibi dilden dile yayılması ve jenerikleşmesi gereğiydi. 

Bu ilk tren kaçtı, partilerin genel başkanlarının ayrı ayrı açıklamalarına bakınca altılı masa nezdinde ikinci faz da olmayacak gibi duruyor.

Altılı masa toplanıyor, her seferinde birbirine benzer metinler yayınlanıyor, aralarında mesafe ile yan yana ya da bir yemek masasında fotoğraflar veriliyor. Kim hangi bakanlığı alacak, aday kim olacak ve menüde ne vardı diye tartışılıyor.

Genel başkanlar birbirlerinden ayrı tonda kürsülerde konuşmaya devam ediyor.

Üzerinde uzlaşılması gereken başlıklar uzuyor. Her parti kendi seçim hazırlığını sürdürüyor. Bizler beklemenin buhranında iyice daralıyoruz ve dün olur gibi hissettiğimiz ne varsa her geçen gün ona daha da mesafeleniyoruz.

Yandaş medyanın dahi sessiz kalamayacağı, takip etmek zorunda kalacağı uzunlukta bir toplantıya kapansalar, gerekirse bir tam günden bile uzun görüşmede kalsalar ve çıktıklarında basın açıklaması yerine, kameralar önüne gülümseyerek, el ele çıkabilseler ve "Tamamız" deseler çok daha farklı olacaktı sanki. Yandaş medya altılı masadan 25 saattir haber alınamadığına ve dağılmasının beklendiğine yönelik haberler girerken ekrana yansıyacak o görüntü ve tek cümle, ayrı ayrı biteviye konuşmaktan çok daha etkili olurdu.

Emek ve Özgürlük İttifakı için hayalim; ortak mitinglerde genel başkanların sadece selamlama için el ele kürsüde görünüp sözü yereldeki partili liderlere bıraktığı bir seçim öncesi turuydu, bir tur da seçim sürecinde tekrarlanmak üzere.

Konuşmalarla ayakta bekleyen kitleyi boğan, hep maruz kaldığımız tarzda değil, müzikle destekli, sanatçılarla zenginleştirilmiş, güzel günler vaadinin vücut bulmuş hali gibi, bayram, şenlik gibi mitingler. Bir yanda çocuk atölyeleri, bir yanda takas pazarları, yerel üretici stantları, sesli kütüphane, üyelik stantları, imza stantları, bir kısa tiyatro oyunu, renkli önlüklerle gönüllüler, hep birlikte çöplerin toplandığı o eski Gezi günleri dayanışma hissi, bir festival havası...

 İttifak içindeki diğer partilerin seçime yönelik hazine yardımı hakkı yoktu bir de HDP'nin hazineden gelen bütçesine el konuldu.

Medya İletişim araçlarının çoğu hala yandaşların elinde. Kalan üç beş televizyon kanalı seçime büyük baskı altında giriyor. Gazetelerimizin okur kitlesi belli. Hedef kitlenin bir halka daha genişlemesi bile çok zor.

Sosyal medya eldeki en işlevli araç gibi görünüyor ancak dezenformasyon yasası, trol hesaplar, medya satın alma bütçelerindeki adil olmayan dağılım ile buraya sırt dayamak da çok riskli.

Sokaktan görülen bir kampanyaya ve yaratacağı heyecana ihtiyacımız var. İnsanların evden işe, okula, yürüyüşe giderken denk geleceği, maruz kalacağı ve içinde coşkuyu hissedeceği bir söze ihtiyaç var.

Birlikte başarabiliriz ancak ama birlikte duramıyoruz. İktidarın politikaları ne acıdır ki 20 yılda üzerimize çaresizlik, umutsuzluk, hor görü, bireycilik tohumları ekmeyi başarmış.

Daha önce sinizmi, tükenmişlik sendromunu hatta ‘angst'ı, politik psikolojiden "tutulamayan yas"ın etkilerini yazdım bu köşede. Bizi paçamızdan çekenin ne olduğuna ve nasıl aşılabileceğine çalıştım en çok.

Aslında çok uzun zamandır cirmim yettiğinde bağır bağır bağırmaya çalışıyorum. Bir arada olabilmeyi, birbirimizin moralini yükseltebilmeyi, sivri köşelerimizi birbirimizden uzak tutabilmeyi başarmak zorundayız.

Bir de arkadaşlıklar üzerinden derdimi anlatmayı deneyeyim. Yakın ve sayılı dost bildiklerimizi değil, arkadaşları kastediyorum.

Arkadaşı olmayan insandan çekinirim. Arkadaş olabilmek için karşısındakini özel istihbarat gibi sınava çekenden de. İnsanların başkalarıyla arkadaşlıklarını sürekli sorgulayandan da.

Bir insanla arkadaş olmak için sizinle her konuda aynı düşünmesi gerekmez. Bu herkesi dapdar bir yankı odasına çeker, tartışma, eleştiri ve özeleştiri yetenekleri zayıflar, tahammülsüz ufak bir kliğe dönüştürür zamanla. Farklı yaşamlara dair farkındalık azalır, kliğe ait bir ahlakçılık ortaya çıkar, arkadaş olmak isteyenlere karşı bir dayatma. Bu da bir tür muhafazakarlaşma getirir. 

Arkadaş destek olandır ama bu illa onay anlamına gelmez, arkadaş size hatalarınızı kırıp dökmeden objektif şekilde gösterebilir ve yanınızda olmaya devam eder. Arkadaş, cesaret verendir, yapabilirsin diyebilen. Arkadaş, yardım etmeyi içten istediğiniz ve size yardım edebilendir.

Her arkadaştan her konuda yardım alınamayabilir. Birini arkadaşlık sınavına sokarken, karşılanmayan beklenti üzerinden değil, beklentinin karşı tarafa uygunluğu üzerinden değerlendirmek gerekir.

Örneğin; iki işte birden çalışan çocuklu bir arkadaş evinize gelip kedinize bakamayabilir ama uzmanlığı dahilinde bir konuda size vakit ayırıp bilgisini paylaşabilir. 

Neticede arkadaşlar iyidir, hayatı göğüslerken yere daha sağlam basmamızı, yalnızlığın buhranına kapılmamamızı, güçlü hissetmemizi sağlar, bize yeni pencereler açarlar.

Gezi ruhu dediğimiz şeyde biraz da bu arkadaşlık hissi vardı. Birbirimize el vermek için uzun soru ve sınavlara tabi tutma gereği hissetmediğimiz, yardım gerektiğinde evlerimizin kapımızı açtığımız, son damla Talcid'i avucuna dökmekten imtina etmediğimiz, koşarken düştüğünde geri dönüp kaldırmaya çalıştığımız, iyi insanlar olabilmek için birbirimizle yarıştığımız bir dönemdi. Sahip olmanın bencilliğinden çıkıp paylaşmanın hazzı ile şifa bulmuştuk.

Çok arkadaş edinmiş, birbirimizle çok kolay arkadaş olmuştuk. Çünkü isyanlarımız farklı olsa da tek bir ortak amaca tutunmuştuk

Bir insanın arkadaşlarının en büyük ortak özelliği; o insanın hayatta en nefret ettiği şeyin tam tersi özelliğe sahip olmalarıdır. 

Bu kadarcık bir ortak paydamız vardır diye umuyorum. 

Geçen hafta Selahattin Demirtaş bir isim ya da parti için değil demokrasi için coşkulu, neşeli ve kararlı bir seçim kampanyası en geniş katılımla başlatma çağrısı yaptı ve herkesten önerilerini iletmesini istedi.

Tam da ihtiyacımız olan diye düşünüyorum.

Demokrasiyi geri kazanmaya çalıştığımız şu dönemde, herkesin tam uzlaşı içinde olmasını beklemek yerine ana amacı meclis çoğunluğu ve başkanlığın muhalefete geçmesi olarak tanımlayabilsek ve pesimistliği bir kenara bırakabilsek, kendi kampanyamızı örgütleyebilsek... İçeriden, Gezi tutuklularından gelen yeni yıl mesajlarında Mücella Yapıcı "umudun örgütlendiği bir dünyaya erişmek dileğiyle" diyordu.

Umudu örgütlemek gerek ilk elden. Bize simgeler gerek, sokakta gözle görülebilecek simgeler; yandaş olmayan üç-beş kanalı hiç açmayanların, kendi mahallesinden çıkmayanların ancak faturalardan da hiç memnun olmayanların görüp soracağı, öğrenince heyecanına kapılacağı simgeler. Billboardları donatamayan siyasilere karşı umut kokan yazılarla bezeli duvarlar, parti binalarına ortak pankart asamayanlara karşı balkonlarımızda bir örnek bir simge, belki bir bez, belki birkaç renk kurdele. Yakalarımıza onar yirmişer toplu iğne takarız belki, muhalefete "bu düzeni değiştireceğiz ama çuvaldız aklınızdan çıkmasın" dercesine. Ya da bir dal çiçek takarız gömleklerin-ceketlerin düğmelerine. Bahardır, yol kenarları gelincik, papatya dolacak bedavaya. Gezi tutuklusu Hakan Altınay'ın yeni yıl mesajından geldi bu da aklıma: "Memleketi 2023'te akşam sefaları, gelincikler, papatyalar saracak." demişti. Çiçek gibi yapacağız bu memleketi parolası gibi, başka kimseler değil, biz çiçeklendireceğiz yeniden, soldurdukları güllerimizin anısına. Bir simge diyorum çünkü konuşamaz olduk birbirimizle. Her fikir bir diğerine hakir geliyor da bir simge belki yeniden arkadaş kılar bizi birbirimize.

Sosyal medyada tehlike büyük, yalanı ortaya bırakacaklar, bu yalandır dediğimizde bizi dezenformasyonla suçlayacaklar. Bazen erişimi kısıtlayacaklar, bazen trolleri org ordusu gibi üzerimize salacaklar. 

Bir hakikatin ardında on binlerle durmak gerçeği savunanı koruyacak. Sosyal medyada elinizi "fav"a, "retweet"e korkak alıştırmayın, doğruyu savunanın ardında kalabalık durmamız gerekecek. 

Cezalar yağmaya başlarsa, olur ya cesaretiniz yetmezse, soru kalıplı cümleler kurmak bir kurtarıcı olabilir. 

Bir bilgiye inanmadan önce doğrulamak gerekecek. Hepimize iş düşecek. Gerçeği savunmaktan şaşmamış ve pek de sözünde yanılmamış insanları ve kurumları bir "teyit listesi" haline getirip karşınıza çıkan bilgi hakkında ne yazdıklarını kontrol edebilirsiniz.  Yalanın uçarı bir cazibesi var, gerçekten 6 kat hızlı yayılıyor.

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, (MIT) bir araştırma yapmış. Araştırmada bir kullanıcının yazdığı tweet, "haber" olarak kabul edilmiş, Twitter içinde yayılmasıysa "söylenti" olarak. Tweetin alıntılanarak yeniden yayılmalarının her biri yeni bir söylenti olarak hesaplanmış. 6 farklı doğrulama organizasyonun desteği ile 3 milyon insanın 4.5 milyon defa paylaştığı 126.000 söylenti dizisi araştırılmış. Yalan haberin yayılımını sağlayan kullanıcıların, daha az hesap takip eden, uygulamada daha az vakit geçiren, az takipçili ancak bot-trol de olmayan hesaplar olduğu ortaya çıkmış şaşırtıcı şekilde. Yalan haberin yayılımına botlardan çok insanların kendisi sebep oluyor. Peki neden yalan ilgi çekiyor? Bunu tespit için de 5000 kullanıcı üzerinde, paylaşımlarından önceki 60 günde gördükleri 25.000 tweeti inceleyerek şu kanaate varmışlar: Yalan bilgi, insanların bildiği genel geçer doğrulara karşın saçma da olsa yeni bir şey söylüyor. Yeni olanın cazibesi, konu hakkında konuşma isteği uyandırıyor. Yalanın çekiciliğinin sosyal yönünü de şöyle açıklıyorlar: sosyal medyada statü ve diğerlerinin görüşleri insanlar için önemli, insanlara bilmedikleri bir konuyu göstermeyi "büyük resmi görmek" tatmini sağlıyor ve statü kazandırıyor. 

Benim bu araştırmadan çıkardığım sonuç: medyada alanımız kısıtlı, sosyal medyada ise yalana duyarsız kalıp görünürlüğünü düşürmek, gerçeğe de yalanın cazibesinin yayılma hızının önüne geçecek bir güçle sahip çıkıp paylaşmak icap ediyor. Bir de nasıl ki böyle hayati bir dönemde siyasileri kendi ajandalarını ve şahsi kariyerlerini memleketten ön planda tutmanın sorumsuzluğu ile suçluyorsak, bizler de sosyal medyayı ilgi çekebilmek gibi kişisel bir çıkardan öte sorumlu şekilde kullanmak zorundayız. Kullanıcıları bizimle etkileşime geçirecek popüler söz üretmek değil doğru bir söz üretmek derdi gütmeliyiz.

Bu seçimde her sandıkta yeter sayıda müşahit, avukat gibi tedbirler yeterli olmayacak. Bizlerin o gün bir şenlik havasında okul bahçelerinde açıklanan sonuçlara ikna olana kadar beklememiz gerekecek. Seçimdeki hilelerin önünde ancak etten duvarlar durur, bunu gördük son mazbatada.

O uzun bekleyişi gerilimsiz yaşayabilmek için moral, heyecan ve coşkuyu yüksek tutacak fikirler gerek. Belki müzisyenler okulların önlerinde gezer, belki piknik sepetleri alırız yanımıza, çoluk çocuk çıkmış oluruz dışarıya, belli ki mevsim bahar olacak, müdahale edilemez bir şenlik havasıyla taçlandırdığımız uzun bir nöbet şart.

Zamanında binlerce, onbinlerce insan hiç oy vermedikleri partilerin müşahit kartları ile sandık başlarını tuttu. O zamanlar hepimiz daha bir arkadaştık. Bu sefer çok daha büyük bir çaba gerekecek.

O yüzden Demirtaş'a kulak verelim diliyorum. Birbirimizi kırıp dökmek için doğru bir zaman değil, hayattaki en büyük ortak paydamızda; tek adam rejimine karşı birleşelim. Demokrasiyi savunurken kişilerin fikir hürriyetine müdahale, başkalarının mücadelesinin şeklini kendi pratiğine göre çizip dayatmak, bir geleceğimiz kalmamışken geçmişin hesabında kaybolmak, eylemsizliğin acısını çekerken hala daha çok iş yerine laf üretmeye çabalamak bizi kurtarmayacak.

Arkadaşlar iyidir.

Biraz arkadaş olalım.

Şuraya Nermin Yıldırım'ın Ev romanından bizi sarmalasın diye iki satır bırakıyorum:

"Çağırmak ille de gel demek değil ya. Sen üzgün göründüğünde ben zaten kendimi çağrılmış sayıyo­rum. Arkadaşlık bu değil mi?"

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Metal tokat

Metal tokat

Renault işçileri, yaşadıkları sorunlar karşısında patronların yanında duran şube yönetimine karşı harekete geçti: Delege sayısının 3 katı aday çıktı, seçimlere katılım rekoru kırıldı, şubenin belirlediği adaylar geride kaldı. 200 bin metal işçisini ilgilendiren MESS grup sözleşmesi öncesi Metal Fırtına’nın amiral gemisi Renault’da yapılan seçimler sendikal bürokrasiye tokat oldu.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
12 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et