Sis ve suskunluk sarmalı

Görsel: Pixabay
2018 seçimleri öncesi bir yazımda Stephen King’in Mist (Sis) romanından ve aynı isimle çekilen filmden bahsetmiştim.
Yine bir seçim öncesi, aklımdan çıkmadığı için yeniden değinmek istedim.
Burada spoiler vermek zorundayım.
Bir korku-gerilim filmi olsa da örgütlenme, kritik anlardaki davranış farklılıkları ve personalar üzerine çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Bir süpermarkette insanları görüyoruz, saygılı, flörtöz, neşeli, depresif... Her çeşit insan var. Bir de meczup muamelesi gören bir kadın var, elinde kutsal kitabı sürekli kıyamet tellallığı yapıyor.
Sonra çok yoğun bir sis iniyor. Göz gözü görmüyor. Sisin içinde insanları birkaç dakikada yok eden canavarlar beliriyor. Tam gözle göremiyoruz ama ölümlerin korkunçluğundan kafamızda canlandırabiliyoruz.
İlk ölümlerle durumun vahameti ortaya çıkınca insanların kriz anındaki davranışları da değişiyor.
Analizciler var mesela, eylemlikleri yok, haklı çıkma kaygısıyla sürekli konuşuyorlar ve bazen de hızlı bir eylemliğin önüne geçerek zarar veriyorlar.
Araştırmacılar kendini belli ediyor; tehlikenin gelebileceği yerleri, alınabilecek tedbirleri, güvenlik açıklarını araştırıyorlar. Ancak hızlı gelişen olaylar karşısında temkinli halleri yavaş kalıyor.
Sosyal sorumlu olanlar en hızlı harekete geçenlerden; onlar hemen çocukları, yaşlıları rahat ettirmeye odaklanıp çalışmaya başlıyorlar.
Eylem ekibi acil taktik geliştiriyor, analizcilerin araştırmacıların sözlerini hızlıca harmanlayıp, detaylara takılmadan, vakit kaybetmeden harekete geçiyorlar. Sis bir kimyasal saldırı olabilir, akla yatmasa da bir canavar olabilir, sonuçta marketin ön cephesi olan cam korunaksız bir malzeme ve teori ne derse desin acilen kırılmayacak şekilde desteklenmesi, giriş-çıkışların kapatılması gerekir. Hemen buna çalışmaya başlıyorlar.
Pasifler var, hiçbir işe yaramayan, kendilerine tatmin edici açıklama yapılmasını, yemeklerin bölüştürülmesini, kurtarılmayı bekleyen karakterler bunlar.
Bir de liderlik yarışı başlıyor. Lider olmak istediğini açık beyan edenler arasında bir ego tartışması ve gerilim yükseliyor. En iddialı ve üstten çıkış yapan, karşı tezleri dinlemeden kafasının dikine yürüyen, ilk ölenlerden oluyor.
Kıyamet geliyor, teslim olun diye ortada çılgın gibi gezinen o kadın, mehdiliğe soyunuyor ve kendine müritler edinmeye başlıyor. Bir anda dışarıdaki tehdit yetmezmiş gibi içeride de yönetilmesi gereken bir tehdide dönüşüyor.
Zira Tanrı’nın kefaret istediğinden bahsedip içlerinden birilerini kurban etmek üzerine kitleyi iknaya çok yaklaşıyor.
Kitabı okurken de filmi izlerken de insan olması imkansız görünen bir gerilimde (canavar baskını) karşılaştığı tavırları daha objektif analiz edebiliyor.
Pasifleri yakasından silkeleyip “Kalk bir işe yara be, herkes insan, bir senin mi canın kıymetli de hizmet bekliyorsun?”, analizcilere “İnsan öldü insan, şu an senin haklı çıkman mı önemli birkaç canın daha kurtulması mı?”
Liderlik yarışındakilere ”O egonu yavaşça yere bırak ve sana söylenenleri dinlemeye, anlamaya çalış” deme isteği geliyor.
Bir yerde, kaçmayı başardığını düşünen bir grup iyi insan, yaklaşan metalik sesleri duyunca akıbetlerinden kaçamayacaklarını kabul ediyorlar ve dünyanın en yanlış kararını veriyorlar.
İşte o son sahne bize şunu anlatıyor: “Çıkmadık candan ümit kesmeyeceksin, son nefesine kadar dene, diren, dayan.”
Filmde geçen bir replikti:
“İnsanları bir yere kapatıp, mahsur bırakırsan, üzerlerine de korku salar, can derdine düşürür ve kan koklatırsan, her şey olur. İnsanın doğası budur. Dinler ve siyaset böyle çıkmıştır ve yıllardır böyle beslenir.”
Bana bizi hatırlatıyor. Geçen seçimden bu yana değişmeyen personalar bunlar.
Araştırmacıların verileriyle hızlı karar alabilen eylem ekibi kalabalıklaşsa, analizciler haklı çıkma kaygısından uzaklaşıp hayati olmayan konuları kurtuluş sonrasına ertelese, pasifler etki altına alınmayı değil de etki yaratan kısma, eylemcilere katılmayı denese ve liderlik kriz sürecinde doğal akışa bırakılsa film mutlu sonla bitebilirdi.
Camın ardında korkunç bir sis var. İçeride de az çok aynı personalar. Ya sisi yaracağız ya da canavar bizi yutacak.
Seçim tarihi belli oldu, bundan sonra her gün kafamızı daha çok karıştırmaya çalışacaklar. Umutsuzluk bir sis gibi çökecek zaman zaman üzerimize.
“Kimseden hiçbir şey olmayacak, her şey çok kötüye gidiyor” diye düşündüğümüz gün, pasiflerden olduk demektir. İnsan bir dinamo içindeyken hiçbir şey olmayacak diye düşünemez. Kıyamet tellallığına soyunmak filmdeki gibi ancak yeni bir iç tehlike yaratmaya yarar. Gücü ve enerjiyi bölmenin ne faydası var?
“Ben demiştim” demek için yapılan bazı analizler, yapanı en kötü durumda haklı çıkarmak dışında hiçbir işe yaramayacak, kıyamet tellallarına hizmete yarar belki bir ihtimal.
Bizim her gün yeniden büyük bir coşkuyu örgütlememiz gerekecek.
Başımıza her şey gelebilir, her şey. Hiçbir şey kolay olmayacak. Ama işte çıkmadık candan ümidi kesmeyeceğiz, umutsuzluğa teslim olmak verilecek en kötü karar.
Sosyal medya bir tehdide döndü zaten, trol orduları biliniyor, tweetler yargılanıyor, algoritma çatışmadan besleniyor, kitle iletişim araçları da limitli, mecbur yüklenilecek sosyal medyaya.
2018’de değindiğim bir teoriyi yinelemek isterim: Suskunluk Sarmalı (Neolle Neumann 1974)
Neumann: Sarmalın sürekli değişim halinde olan sosyopsikolojik bir süreç olduğunu söylüyor, insanlar toplumdaki değişimi takip ederek bunlara uymaya çalışıyor. Popülaritesini ve yaygınlığını kaybeden görüşleri bırakıp yükselişe geçen görüşe yaklaşıyorlar.
Bu modeli 4 faktörle açıklıyor:
1. İnsan sosyal bir varlık ve doğası gereği dışlanmaktan korkuyor, saygı görme ve popüler olma beklentisinde.
2.İnsan dışlanmamak için çevresini ve popüler görüşü takip eder. Kendini topluma uygun bir şekilde ifade etmeye ve davranmaya çalışır.
3. Görüşler ve davranışlar, durağan ve değişime alanlar şeklinde ayrıldığında görüşlerin kesin ve durağan olduğu alanlarda ya dışlanma riski alınır ya da topluma uyumlu profil gibi davranılır. Görüşlerin değişime açık ya da tartışmalı olduğu alanlarda ise kişi, toplum tarafından dışlanma korkusu olmadan ifade edebileceği görüşleri bulmaya çalışır.
4. Kişiler, çevrelerini gözlemleyerek görüşlerinin toplumda yaygınlaşmaya başladığını fark ederse, artık toplum içinde kendilerine güvenerek, korkmadan konuşmaya başlar. Tam tersi durumda ise, kişiler, görüşlerinin toplumda geri plana düşmeye başladığını fark ettikleri anda, içlerine kapanarak konuşmaya başlar.
Toplum sapan bireyleri dışlamakla tehdit eder. Bu da seçmeni, kanaatini aleni ortaya koymadan önce toplumun ana görüşünü izlemeye yöneltir. Kitle iletişim araçları ile ikna olur. Ancak azınlık kitle iletişim araçlarının desteğini aldığında çoğunluktan daha fazla konuşma arzusu duyar. Kitle iletişimin azınlığı desteklediği durumlarda çoğunluk sessiz çoğunluğa dönüşür.
Bizim yapmamız gereken, azınlığın sesi olarak öyle etkili, öyle coşkulu ve cesur olacağız ki değil sekiz bin, seksen binlik trolleri de olsa sessiz çoğunluğa dönüşecekler.
Çünkü bizim camımızın önündeki siste canavar saklı, bizimki hayat memat mücadelesi.
Biz kazanmak zorundayız.
Pasifliğe, pesimistliğe, yılgınlığa yerimiz yok. 20 senedir sağ kalmayı başarmışız, bu can çıkmadıkça ümit kesmek yok.
Değiştirme gücü bizde, hele bir sis dağılsın, o zaman gücümüzle daha neleri değiştirebileceğimize bakacağız.
Bu seçim, hayati bir yol taşı, hele bir çıkalım artık şu tepemize çökecek karanlık tünelden, biraz da papatyaları seyrederek güneş altında yol alalım, yol uzun.
Pek de bilimsel bir teori sayılmayan “Bir şeyi 40 kere söylersen olur” cümlesinin tarihçesi Antik Yunan’a, Hint mitolojisine dahi dayanıyor.
Sosyolog Dr. Robert K. Merton buna “Kendini doğrulayan kehanet” diyor. İnandığınız şey davranışlarınıza ve çevrenize de yansır ve nihayetinde gerçekleşir.
O yüzden bağıra bağıra kırk binlerce kez söylemek gerek: Biz kazanacağız.
Ta ki azınlığın sesi o koca trol ordularını suskunluğa sevk edene kadar.
Yansıyor bile şimdiden.
Yoksa “Artık yeter, söz milletin” diye bir söz çıkabilir miydi hiç bu iktidarın ağzından?
Artık Yeter, Edi Bese!
Evrensel'i Takip Et