19 Şubat 2023
DİĞER YAZILARI

***
Görün parçalayıp yuttuğu şu yüz binlerce zavallıyı yeryüzünün! 
Kanlar içinde, parçalanmış ama hâlâ da kalbi çarpan,  
Çatıları altına gömülü ve teselli bulmadan göçüp gidenleri 
Korkunç acılar içinde tüketen içler acısı günlerini! 
Nefesleri tükenirken o zar zor çıkan haykırışlarına, 
Ve şu tüten küllerin korkunç görüntüsüne, 
Diyebilir misiniz bu yasalar, 
“Sonucudur seçimi gerektiren, İyi ve özgür bir Tanrı’nın özgürce seçtiği ebedi yasaların” 
Diyebilir misiniz, gördüğünüzde yığınla onca kurbanı: 
“Bedelidir ölümleri suçlarının, Tanrı öcünü aldı?​”
 

Voltaire böyle sorgulamıştı: “Yaşanan depreme ve bunca acıya Tanrı’dan diyebilir misiniz?​” 

267 sene olmuş yazılalı. 267 sene sonra Anayasa’sında laik ve demokratik olduğu yazan bu ülkenin içişleri bakanı çıktı ve  “Allah’tan geldi, inanıyoruz, Müslüman’ız” dedi.

Aydınlanma çağının gerisine ilk düşüşümüz değil ama en sert düşüşümüz.

Modern medeniyet seviyesine, sosyal devlet anlayışına erişememiş toplumlarda ya da biteviye bir savaşın içinde olan ülkelerde yaşanan felaketleri dünya bir başka gözle izliyor.

Empatiyi ancak  “Yazık, dünyada ne acılar var” üzerinden yapıyor. Zira kendisini o durumdaki insanlarla özdeşleştiremiyor. 

Afganistan’da Taliban’dan kaçan insanların uçak tekerine tutunmaya çalıştıkları anı hatırlayın. Bile bile ölüme gittiklerini değil, öleceklerini düşünemeyecek kadar cahil bırakılmış insanların kaçış çabası diye gördü dünya.

Utanç vesikası desenlerle tişörtler yapıldı hatırlarsanız.

Pandemi sürecinde, Avrupa birbirine moral vermek için balkonlarından müzik yapan insanlarla medyada anılırken, nüfusunun sadece yüzde 10’u sağlık sigortası kapsamında olan, sağlık bütçesi toplam bütçenin sadece yüzde 1’inden oluşan Pakistan İslam Cumhuriyeti, sokağa çıkma yasağına uymayanlara uygulanan polis şiddeti, oksijen tüpü bulamayan hastaların acı içinde ölümü ile anıldı.

Kast sistemi ile sınıfların birbirinden keskin çizgilerle ayrıldığı Hindistan’da kovid yüzünden ölenlere krematoryumlar yetmeyince, sokakları, parkları cenazelerin yakıldığı ateşler sardı.

Dünyanın en kalabalık ülkelerinden birinde, sokaklara yığılı cenazelere kuşlar saldırdı. Durum, medeni dünyanın kendini o insanların yerine koyarak empati yapabileceğinden çok daha öteydi.

Buradaki yetersiz empati, neoliberalizmin eleştirisinden, sömürgeci toplumların nesillerdir süren tutum aktarımından bağımsız düşünülemez ama anlatmaya çalıştığım şey; bir afete maruz kalan ülkenin gelişmişlik seviyesine göre yapılan yardımların “onlar da insan” gibi acınası bir hale bürünmesi, insanların güruh olarak algılanması, acının derinliğinin o toplum özelinde normalleştirilmesi hali. 

Savaştan kaçan mültecilerin push back ile ölüme şiddetle terk edilmesinin bile uluslararası hukukta yer aldığı modern dünyanın kendini ve diğerlerini konumlama çizgisi bu. Kim Ukrayna halkını savaştan kaçıp dayandığı sınırdan dipçikle geri itebilirdi?

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında, dünya lideri iletişimi yapılan bir başkanlık rejiminin bizi getirdiği nokta o çizginin diğer tarafı olmak üzere.

Yunanistan’dan gelen 3 arama kurtarma gönüllüsü gözaltına alınarak telefonlarına el konuldu.

İsrail’den gelen arama kurtarma ekibi güvenlik sorunu nedeniyle 6 gün sonunda bölgeden ayrılırken artlarından atılan manşet “Yardımsever görünümlü istihbaratçılar defoldu!” oldu.

Almanya ve Avusturya ekipleri çalışmalarına güvenlik sebebiyle ara vermek zorunda kalırken, İspanyol ekip “İçeride yaşayan insanlar varken iş makineleri enkazlara girmeye başladı, bunun parçası olmayacağız” açıklaması yaptı.

Ermenistan sınırı onca zaman sonra yardımların ulaşması için açıldı, Barzani Antep’te vali tarafından karşılandı, medyada kimse görmedi, isimleri anılmadı.

Bir yandan da ekiplerin tamamı, yöre halkı tarafından nasıl kucaklandığını gözleri yaşlı anlatıyordu. 

Ancak bizlerin iyi, kadirşinas insanlar olmamız, bir dahaki ulusal faaliyette daha yalnız kalmayacağımızın bir garantisi olamayacak.

İnsani olarak yardıma ihtiyaç duyan ancak yardım elini uzatanı koruyamayacak kadar tekinsiz, gözaltına maruz bırakacak kadar öngörülemez, ardından küfürlü manşet atacak kadar tehditkar bir rejimde, ismi anılmayacak kadar karşılıksız bir desteği kim verecek bir daha?

TTB; “Enkazdan çıkarılanları mucize diyerek servis etmeyin, hipotermi yaşamayanların sıcak mevsime göre daha uzun hayatta kalma ihtimali var, enkaz kaldırma çalışmalarını erteleyin” demesine rağmen medya enkazda direnme sürelerini rekor sıralaması gibi verdi.

İktidar, gecikmiş yardım eleştirilerini “Hepinizi deftere yazdık” tehdidi ile karşıladı.

Deprem bölgesindeki iletişimi sağlayamayan iletişim başkanlığı sosyal medya erişimini kesmekle kalmadı, kullananlara gözaltılar anında başladı.

İktidarın küçük ortağı Ankara’dan yaptığı grup toplantısında yaslı bir halka seslendi: Akbaba, kanı bozuk, haşarat, iş birlikçi sefil, müfteri ve müfsit, simsar, izansız, menfaatperest, aymaz, asalak, alçak, sahtekar...

İnsanlar hâlâ enkaz altında nefes alırken kim daha iyi bağış topluyor yarışına girdiler. Güçlü devlet sivil topluma karşı; rekabetin en acısı. İktidarın ortak yayınını konuştuk. Kim katıldı, kim katılmadı, kim baskı gelmesin diye korkuyla, kim kendini aklamak için, kim bir koyup üç almak için, kimler bir cepten diğerine, kim ne için?

Memleketin geleneğidir, ölümün yedisi çıkması kavramı vardır. Kefenin yedi gün ıslak kaldığına inanılır, ölenin eksik kalan duasını, namazını, niyazını geride kalanlar ardından tamamlamaya çalışır.

Ülkede her şeyi din, örf, anane ile açıklayan bu iktidar, ölümün yedisini beklemeden, hâlâ enkazda sağlar varken, “Seçim ertelensin”i attırıyor ortaya.

Bunu da Anayasa’dan çıkarıp kutsala bağlayarak, her zamanki gibi “Bir kereden bir şey olmaz”cılıkla yapıyor. Bir kereciklerden oldu ne olduysa.

Şimdi ne olacak?

Özür, istifa, halkı kucaklama, yeni bir şansı halktan talep ederken öz eleştiri ve değişime yaslanma yaşanmadı. Bu demek ki baskı artarak devam edecek. Otoriter rejim iyice el artıracak.

Deprem bölgesinde ihtiyaçlar karşılanmadıkça, güvenlik sağlanmadıkça çatışma ortamı büyüyecek. Birbirine kenetlenmiş insanları böylece ayrıştırmaya çalışacaklar.

Sivil toplumun yardımlarına el konuldukça, gözaltı, baskın, şiddet gibi tehditler karşısında sivil toplumun havlu atması ve bölgeden çekilmesi beklenecek.

Ekranlarda milyar bağışlar telaffuz edilirken elindeki 20 lirasına bakarak “Ben kimim ki?​” diyecek milyonlar, STK’lere bağıştan geri düşecek.

Geride şehri terk edemeyen yoksullar kalacak, onlara yardım ancak kendi dernek, vakıf ve tarikatları aracılığıyla ulaşacak ve dolaylı oy karşılığına bağlanacak.

Toplumun her kesimi güvensizliğin karesini hissettiği yas döneminde, duydukları ve gördükleriyle öfkeye kapılacak.

Bu öfke baskı rejimine yöneldiğinde kendilerine tehdit olarak döneceği için ister istemez birbirine patlayacak insanlar.

Bir başkasının acısını yaşama şekline öfkeleneceğiz, ihtiyaç listesini teyitlemeden ulaştırana öfkeleneceğiz, depremi duygusal kaleme alana, üzerine beste yapana, konuşurken öfkemizi yeterince sert yansıtmayan siyasi muhalefete öfkeleneceğiz, çok öfkeli konuştuklarında “Yeter, bir de sen bağırma” diye yine öfkeleneceğiz. 

Dünyanın altını üzerine getirebilecek öfkemizi böylece hallacın yün yorgana daldığı gibi dağıtacaklar. Bizi çelik bir bilek olmaktan çıkaracaklar.

Tek kurtuluşları bu.

Peki ne yapmalı?

Hukukun iyi niyet karinesini, yargılamaya kalktığımız her insana kendi içimizde uygulamak gerek. Bu depremde iyi insanların hâlâ çoğunluk olduğunu hissettik, gücümüzü gördük.

Kendi yaramıza kendimiz koştuk. Bunu yıktırmamalı.

Birbirimizi incitmeden yan yana mücadele edeceğiz. Öyle incitildik ki zaten, çoğumuzun memleketle ve yaşamla bağının bir anda kopması muhtemel, birbirimizin fiskesi yüzünden olmasın.

İnsandan ikrah eder gibi hissettiğinizde hatırlayın:

En sevdiği montunu, en sevdiği oyuncağını özenle paketleyen çocukları, ders kitapları enkazda kaldı diye üzülen üniversiteye hazırlanan öğrenciyi, özele götürmeyin param yok diyen depremzedeyi, daracık alanda insanları hayatta tutmak için sürekli konuşan kurtarma uzmanlarını, yüz binlerce koliyi dolduran, boşaltan, elden ele yükleyen gönüllüleri, ihtiyaçtır diye başörtüsü kolisi gönderen komünistleri, devletten önce alana varan sosyalistleri, bir yumurta yiyebilsek bir kişi daha kurtarırdık diyen ve yorgunluktan bayılıp serumla kendine gelmeye çalışanları, travmaların en büyüğüne derman olmak için kalkıp yola düşen tüm gönüllü doktorları, enkazların örnek alınmadan kaldırılmasının önüne geçmeye çalışan hukukçuları, yemeden içmeden, yıkanmadan, tuvalet kullanmadan, uyumadan günlerdir orada durmadan çalışanları, bir ucundan tutmak için kendi çevresinde dayanışma grupları kuranları, verdiğiniz oyun bedelini öderken montları enkazda yırtılmış, ciğerlerine soğuk işlemiş, bölgeden bir an bile ayrılmamış vekilleri, tek bir kedi için enkaza defalarca risk alıp girenleri, bir günde üretilen koordinasyon  yazılımlarını, hazırlanan teyitli ihtiyaç listelerini, kirasına kadar bağışlayanı, kumbarasını teslim eden minik elleri... Çok büyüğüz.

Kimin bir başınayken neye ne kadar gözyaşı döktüğünün yargısına düşmeden, bizlerin iyi, dirayetli, güçlü insanlar olduğu gerçeğini her cümlenin başına koyarak hatırlayın uykusuzluğunun 60. saatinde konuşan madenciyi: Biz yer altında çalışıyoruz, ışığı görmenin ne demek olduğunu en iyi biz biliyoruz, mücadelemize devam edeceğiz, umut olmaya geldik. Madenci korkusuz değildir, korktuğu için daha iyi mücadele eder, çünkü sevdiklerine kavuşmak ister. 

Deprem bölgesinden bir kadın haykırıyordu: “Biz cahil, kirli, dilenci değiliz. Düne kadar sizler kadar güzel bir hayatımız vardı. Depremde kaybettik her şeyimizi, yıkanamıyoruz, açız, donuyoruz. Bizler depremzedeyiz, acınası insanlar değil.”

İşte bahsetmeye çalıştığım çizgi bu. Acıma duygusu bizi “Onlar da insan” bakışına indirger. Bizimki depremzedeler adına bir hak mücadelesi, bir sağaltma direnişi. Çok daha onurlusu.

Korkabiliriz, tam da bu yüzden daha iyi mücadele etmek zorundayız. İnsanca bir yaşam için birbirimize sımsıkı kenetlenmeye mecburuz, yıllardır yeterince karanlıkta kaldık, ışığı görmenin tek yolu bu.

Kim ne şekilde açıklarsa açıklasın, cümlenin vardığı yere bakalım: Seçim ertelenemez, seçim ertelenmeyecek, seçimi erteletmeyeceğiz.

Enkaza kendi elleriyle dalan, seçim sandığını da kendi kurar.

Çünkü altı üstüne gelmiş dünyamızda, bunca yıkım içinde tutunduğumuz tek ince dal: Bir sabaha daha özgür ve güvende uyanma ihtimalimiz.

Ne ekonomi hızlıca düzelebilecek, ne işsizlik acilen sona erecek, ne kentlerin demografisi birden toparlanabilecek. 6 Şubat’ın yıkımı büyük.

Yine de bir sabaha kötülüğü yenmiş uyanmak kavgası bu, her şey özgür bir nefes için.

Öfkemiz elmas gibi parıldayan koca bir kaya dağ, öfkemiz kıymetli, öfkemiz heybetli, öfkemizin adresi belli, öfkemize iyi bakacağız, birbirimizin iyiliğine sarılacağız.

Biz kazanacağız.

Evrensel'i Takip Et