Normal mi?

Fotoğraf: Elif Görgü/Evrensel
İzmir Büyükşehir Belediyesinin depremzedeler için dayanışmayı örgütlediği Bir Kira Bir Yuva Kampanyası için İzmir’e gidiyordum.
Yolda yanımda Adıyamanlı bir beyefendi vardı. “Kaç kişinin cansız bedenini ellerimle çıkardığımı sayamadım” diyordu.
“Biz o kadar çok acıya bir anda maruz kaldık ki hangi birinin nasıl üstesinden gelinecek bilmiyorum.” Adıyaman’a dönmek istiyordu ama ne zaman nasıl olacak bilemiyordu.
Çocuklarını İstanbul’a bir arkadaşlarının yanına getirmiş, çocuklar çok fazla bina görünce korkmuşlar, kalmak istememişler. Geçici olarak başka bir şehre göndermiş. Ne kadar olacağını bilmediği geçici bir süre için yaşayacak şehir bakıyor kendilerine, oradan oraya gezip duruyorum deli fişek gibi dedi. Bir fotoğraf gösterdi, ufak bir köpek. “Enkazdan sağ çıkarabildiğim tek canlı bu” dedi. Köpeği, ölen sahibinin babasına teslim etmiş. Ölen, en yakın arkadaşlarından biri.
Depremzede kimliği vermişler. Ne işe yarıyor bilmiyorum diyor. Uçak biletinde indirim yok, toplu taşıma ücretsiz değil, kıyafet almanı sağlamıyor. Kimlik sorulunca göstermek dışında ne faydası var?
Yol boyu yutkunamadan dinledim. Vardık, vedalaştık. Çıkışa doğru yürürken yanaklarımın içini ısırıyordum. Bir kadın sesi arkamdan usulca “Biraz elimi tutar mısın?” dedi. Bir saniye bile düşünmeden, kim olduğuna bakmadan, görmeden bir refleks gibi geriye doğru uzattım elimi. Beş yaşlarındaki çocuğuna sesleniyormuş meğer. Durumun ne benimle ilgisi var ne depremle ne hepimizin ihtiyacı olduğunu sandığım şefkat hissiyle. Öyle şaşkın, elim geride bir saniyeden sonra döndüm önüme, hızla yürüdüm. Hiçbir diyaloğu normal şartlar altında değerlendirecek halde değilmişim demek ki.
O akşam bağış toplanırken, ülkenin her bölgesinden, her yaştan insanla telefonla konuşmak, hatta bazılarıyla birbirimizi hiç tanımadan birkaç dakikalığına ağlaşmak iyi geldi. Gece iki civarları canlı yayın sona erdi, sabah 6 uçağıyla Adana’ya gittim. Adapazarı depremini yaşamış arkadaşlarımla buluşup Hatay’a geçtik. Antakya ve İskenderun’a gittik. Onlar için daha zordu, geçmiş travmalarıyla bir daha yüzleşiyor olsalar da, geçmişte yaşadıkları bir acıya çare olamamak tercih edebilecekleri şey değil.
6 Şubat’tan beri tüm sosyal medya kanallarını ihtiyaçları görüp bir fayda yaratabilir miyiz diye kullanıyoruz arkadaşlarımla, tanışlarla. Dönüşte, bir vazife çıkar mı diye baktım sosyal medyaya. İşte o zaman gördüm; birileri yemeğe çıkmış ailecek, birileri başka bir ülkeye tatile gitmiş, birileri güzel bir elbise almış, giymiş, fotoğraf çektirmiş, birisi elindeki kitabı bitirmiş, çok beğenmiş. Hepsi de altına “Normalleşmeye çalışıyoruz, siz de normalleşmeye çalışın, kendinize cici bakın” minvalli açıklama girmiş.
İşte o an yine elim boşluğa uzanmış biri tutacak sanmışım gibi hissettim.
Nomalleşmeden kasıt bu olmamalı. Normalimiz yok, geri gelmeyecek uzun süre. Normal değildik ki hatta biz zaten?
Artık sosyal medyadan ve televizyondan arkasına içli şarkılar döşenmiş korkunç görüntüleri izlemeye ve ağlamaya son verince hayat normale dönmüyor. Zaten bu korkunç felaketi bu şekilde izleyip ağlamak ve evdeki atık giyilmeyen kıyafetleri bağışlayarak elimizden geleni yaptık sanmak hata. Acının pornografisi dediğimiz ve uzak durmamız gereken buydu. Susan Sontag, Başkasının Acılarına Bakmak kitabında diyordu ki
“Başka yerlerde yaşanan ve haber olarak dikkatle seçilen, savaşlarda biriken acıların farkında olmak, bu anlamıyla kurgusal bir farkındalıktır. Acı görüntüleri, öncelikle kameraların kaydettiği biçimiyle bize aktarılır, çok sayıda insan tarafından izlenir ve hiç de uzun olmayan bir zaman dilimi sonunda gözlerimizin önünden çekilir.”
Baudrillard’a kulak verelim bir de. O, sert bir tokat gibi kurmuş cümlesini: “Birey televizyonda Sudan iç savaşını, herhangi bir tuvalet kağıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan’daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir. İşte bireyin yaşadığı bu evren simülasyon evrenidir. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır.”
“Sudan iç savaşı” tanımını “Maraş merkezli deprem” tamlamasıyla değiştirip okuyun.
Bu ülkede Ankara Garı’nda bomba patladı, başkentin göbeğinde 109 kişi öldü. Yaralılar yerde kurtarılmayı beklerken üzerlerine gaz sıkıldı. Yılbaşı gecesi Reina’yı taradılar. Maç çıkışı bomba patladı İstanbul’un göbeğinde, Suruç’ta gencecik insanlar savaş halindeki çocuklar için ihtiyaç ve oyuncak paketlerken öldüler. Pandemide onca müzisyen hayatına son verdi, bir eline aş bir eline iş yazıp intihar etti bir baba, sağlık emekçileri öldü peş peşe, bu ülkede güvenebileceğimiz, satın alınamaz kalemler, meslek ahlakının vücut bulduğu insanlar tutuklandı birer birer, normale dönmeyi başardık da ne oldu? Normalden kasıt geride kalanların artık onlar adına acı çekmeyi bırakması mıydı?
Artık içli görüntüleri televizyonda, sosyal medyada izlemeyi bırakmak mı?
Birilerinin televizyonu açmayı reddedip kitabını okumaya dönmesi normal mi? Sosyal medyaya bakmayınca pilates dersine gidebilmek mi? O uzun kurumsal toplantılarda yeni dönemin kârlılık hedeflerini konuşabilmek mi normal olan, yaz tatili planı için ön rezervasyon araştırmasına dönebilmek mi?
Davalarımızın peşini bırakmak mı normale dönmek? Hiçbir şey yaşanmamış gibi devam edebilmek mi? Normal olan ne peki? Olması gereken ne?
Yoksa acının sersemleştirici etkisini bir kenara bırakıp davaya dört elle sarılmak olabilir mi normal olan?
Ruh sağlığımızı korumak zorundayız, buna katılıyorum. Psikologlar ve psikiyatrlar anlatıyor yollarını. Ama normalleşme çağrılarındaki bireyci yaklaşımı almıyor aklım. Evet arada derin nefes alalım, dostlarımızla buluşalım, bir an gelir güleriz de ama gündemi değiştirmeye izin vermek ya da önünü açmak da neyin nesi? Birilerinin güzel çıktığı fotoğraflardan, enfes sofralardan çok, birilerinin karnının doyduğunu, ısınacak bir yer bulduğunu görmeye daha çok ihtiyacımız yok mu?
Birileri televizyona bakmayınca alışverişe gidebildi ve satın aldığı kazağı çok beğendi diye çekip fotoğrafını paylaşınca çadır olmadığından eksi iki derecede bir araba içinde yedi kişi daha rahat uyumuyor ki? Mucize diye izlediniz, sevinç gözyaşları döktünüz, enkazdan çıkarılan insanların bazıları hastanede hayatını kaybetti, bir çoğu uzuv kaybetti, çocuklar tarikatlar eline düşüyor, hâlâ on binlerce kayıp var bulunamayan, aklını yitirenler var, koşullara dayanamayıp intihara sürüklenen var.
Sorun henüz geçmedi ki? Bu neyin normalleşme acelesi?
Madem hayata öylece devam etme aceleniz vardı, o zaman neden müzik, tiyatro susturuldu? Evinizde komedi dizisi izlemeye devam edecektiyseniz keşke konserlere birlikte el ele tutuşabilseydik, karanlığa karşı fenerlerimizi açıp bir ağızdan söyleseydik. Acıyı bulunduğumuz yerden paylaşmış ve müzisyeni, tiyatrocuyu da travmalar ülkesinde açlığa mahkum etmemiş olurduk en azından.
İyi gün rutini olmayan ülkede her anormal durumun bedelini, kültür sanat, işçi-emekçi ve öğrenci ödüyor. Normal mi?
Hatay’da Türkiye İşçi Partisinin koordinasyon merkezini gördüm. Üniversitesi uzak eğitime geçmiş olanlar, okulu tatil edilenler, depremden sağ çıkmayı başaranlar, işsiz kalanlar, işyerinden yıllık iznini alanlar, vekiller, parti üyeleri, iyi çadırları depremzelere vermişler, kendileri ayazda yazlık ince ufak çadırlarda kalarak, su sıkıntısıyla, tuvalet imkanı çok sınırlı halde, kendileri yemeden yedirerek, 24 saat boyunca tır indiriyor, koli açıyor, eşya sınıflandırıyor, yeniden paketliyor, kayıt tutuyor, liste hazırlıyor, çadır kuruyor, konteyner kent için kanalizasyon açıyor, dağıtım organize ediyor, köy köy geziyor, çocuklarla ilgileniyor...
Acının pornografisine ağlamayı bırakmaktan ve kendi günlük rutinine dönmekten çok daha etkili bir çaba. Gözleri arada gerçekten gülebiliyordu zira.
Emek Partisi ile Ekmek ve Gül gönüllüleri neredeyse 1500 kişilik bir çadır kenti koordine ediyor. Devasa bir çadırda yardımlar sınıflandırılmış, sosyal alan kurulmuş, insanlar kilometrelerce öteden çare bulabileceğini duyarak oraya geliyor. Çadıra kavuşanlar, içini en fazla yatak sığacak şekilde düzenlemiş; başkaları gelirse açıkta kalmasınlar diye. Hava kararıp ışıkları açtığında perdeleri kapatan bu toplum, tanımadıklarıyla bir arada uyumayı tecrübe ediyor. Eserlerini almaya gücümüzün yetmeyeceği bir heykeltıraş, alanda çocukları çamurdan heykeller atölyesinde oyalıyor. Bir yönetmen, belgeselini çekmekten öte ne işe yarar diye düşünenlere ibretle, Diyarbakır Galeria’da mahsur kalan hayvanları, Ödüllü Yönetmen İsmail Çeçen’in kullandığı drone kurtardı.
Kadın Hareketinin kurduğu çadırların önü uzun kuyruk, Mor Dayanışma, Kadın Savunma Ağı kadınlara ped, çamaşır, hijyen malzemesi dağıtıyor.
HDP, TÖP, TKP, Sol Parti, Halkevleri, Tabipler Birliği, İBB, Veterinerler, Hayvan Hakları Dernekleri, sivil toplum, bu iktidarın yirmi yıl içerisinde terörist olduğunu iddia ettiği kesimler, normalin kendileri olduğunu ispat ediyor; nefes almadan çalışıyor. Bu özveri; hiç örgütlenmemiş ya da konfor alanından çıkmamışlar için sanki onlar başka bir dünyanın insanı gibi algılanıyor. Oysa kendi başına gönüllü gelip bir organizasyona dahil olan sayısız insan var.
Normal insanlar, anormal koşullarda dayanışıyor.
Bir Kira Bir Yuva kampanyasında, aldığım bir telefonda emekli özel harekatçı vardı karşımda. Bir özel harekatçı ile karşılıklı gözyaşlarımızı tutmaya çalışarak konuştuk.
Şahsen hiçbir normalim kalmadı. Normale dönmek eğer hayatın olağan akışına geçebilmekse, bu tam tersi korkutur beni.
İyi hissetmek için acının pornografisine düşmeden, herkesin elini taşın altına koyup birilerini sağaltacak yöntemler bulması.
Bölgedeki gönüllüler, işsiz güçsüz, kimsesiz ya da sıra dışı güçleri olan kahramanlar değil, bizler gibi normal insan.
Merhamet yorgunluğu ile sınanacaklar yakında. Eksilerde gezen havada delinmiş çorabı ve terliğiyle gelip ayakkabı isteyene, bitlenmiş olmaktan korkana, 8-10 saat enkaz kaldırma çalışmasına gitmeden önce yanına bir parça bisküvi isteyen arama kurtarma gönüllüsüne, suyu bitene, çocuğu ateşlenene “Şu an elimizde yok, akşam bir tır gelecek, sabaha kadar indirip açacağız, sabah yeniden uğrayın” demek kolay mı?
O kapınızda sıraya girenlerin, ezelden beri yoksul olmadığını, düne kadar gardıroplarında ütülü kıyafetleri özenle asılı insanlar olduğunu bilerek konuşmaya dikkat ederek, çocukların kalbini daha fazla kırmadan, insanların kabaran isyanı cümlelerine yansıdığında devlet yerine gönüllü olarak göğüslemeye çalışmak kolay mı?
Oradaki gönüllülerin işten aldıkları izin bitecek, okulu olanın sınav dönemi gelecek, koşulların getirdiği yorgunluk dinlenmelerini mecbur bırakacak. Yedeklememiz lazım.
Uzaktan bir iki tur koli gönderdik diye ihtiyaç bitmiyor, su yok, çamaşır ihtiyacı her gün geçerli, gıda, temiz su, hijyen malzemesi her güne lazım. Binlercesinin tüketilmesi bir saati bulmuyor.
İBB başta olmak üzere yardım toplama merkezlerine insan gücü lazım.
Kampanyaların duyurulur olması için görsel tasarım lazım, video kurguları lazım.
İhtiyaç listesini bir yerden bir yere gönderince iş yapmış sayılmıyor, boş bir vicdani rahatlama o kadar. O listeleri takip etmek, telefonla teyitlemek, doğru kurumlarla buluşturmak ve fikr-i takip lazım.
Siz bakmayı bırakınca oradaki savaştan beter durum geçmiş gitmiş sayılmıyor.
Herkesin bir işin ucundan tutması lazım. Yüz binlerce insan bu şekilde çalışıyorken, kendi dünyanıza televizyon açmamak gibi basit bir eylemle dönmüş ve kadraja çok güzel gülmüş olmanız da onlara iyi gelmiyor.
Bu iktidar senelerdir yurttaşın haklarına üstenci baktı, sadaka gördü haklarımızı, kendi yarattığı yoksulluğa hayır hasenat diliyle yaklaştı. Yurttaşın görevi her koşulda devletle eş anlamlı kullandıkları iktidarlarının yanında olmak ve sürekli bir sebat çıtasına yükseltildi.
Bizler hayır hasenat yapmıyoruz. Biz eşit yurttaşlık bilinciyle dayanışıyoruz.
Sadaka dikeydir, dayanışma eşitler arasında ve yatay. Dayanışıyor olmamız, devletten beklentimiz yok anlamına gelmesin.
Normal olan devletin ilk günden beri yurttaşın; yaşam, tahliye, barınma, beslenme, güvenlik haklarını sağlamasıydı.
Bize düşmesi gereken birbirimize ruhsal iyileşmede destek olmaktı. Olamadı. Sadece manen değil fiziken yaşatmak vazifesi de bize düştü.
Bir Kira Bir Yuva Kampanyasında kumbaralar bağışlandı, bahçedeki domatesin satışından gelen 100 lira, 5 bin liralık emekli maaşının yarısı, oturduğu evin iki odası, evlattan kalan şehit maaşı bağışlandı. Onca senedir deprem vergisini ödeyenler bağışladı bunları. Vergisi kaynağından kesilenler.
Bu deprem öyle böyle değil. Biraz da sermayeye özel deprem vergisi gelmeli. Cirosuna göre, kârlılığına göre yüzdesel bir deprem vergisi getirilmeli.
Gururla kârlılık açıklarken iyiydi, global listelere girmekle övünürken iyiydi. Bu ülkeye borç ödeme zamanı onlar için de geldi. Hayır hasenata indirgenmesin, bir görev gibi yüzdesi belli vergiyle belirlensin.
Bölgede gönüllü olmak isteyen işçiler işten çıkarılıyor. İşten çıkarma yasaklansın, deprem bölgesine seyahat belgesi alanlar için belirli gün ücretli izin hakkı tanınsın.
Normali bu değil mi?
Günlük hayatımıza hiçbir şey olmamış gibi dönmeyi değil, herkesin günlük hayatın olağan akışına kavuşabilmesini talep etmemiz gerekiyor. Birbirimizin ruhuna iyi gelebilecekken birbirimizi hayatta tutmak vazifesini de sırtımıza yıkan
bu iktidara üstenci bakma sırası bize geçiyor.
Koca bir halk birbirimizin yarasını sarıyoruz, manen, fiziken, madden.
Yurttaşız, devlet nerede diye sormak en normal hakkımız.
Durum acil, bekleyecek zaman değil, geri duracak gün değil, yaşamak ve yaşatmak zorundayız.
Bir yandan devlet nerede diye sorarken diğer yandan tüm gücümüzle yara sarıyorsak, iktidar bunu kendilerine verilmiş sadaka saysın.
Bu da seçim günü geldiğinde “Verilmiş sadakaları olacağı” anlamına gelmesin.
Evrensel'i Takip Et