Neredesin sen

Fotoğraf: Ekran görüntüsü (Youtube/Karsu)
“Sinemde gizli yaramı, kimse bilmiyor
Hiçbir tabip yarama, merhem olmuyor
Boynu bükük bir garibim, yüzüm gülmüyor
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen?”
Neşet Ertaş
Depremin dokuzuncu günüydü, Hollanda’da yapılan bağış etkinliğinde Hatay’da ailesinden on kişiyi kaybeden Müzisyen Karsu Dönmez, piyanonun başında Neşet Ertaş’ın bu unutulmaz eserini öyle bir seslendirdi ki, ekrana yansıyan deprem görüntülerinin suflesiymiş, dublajıymış gibiydi. Gözleri ateş gibi yanıyordu, bedeni piyano taburesinde sabit kalamıyordu. Bir haykırış, bir çığlık gibi söyledi bunca sene ince bir serzeniş gibi dinlediğimiz türküyü.
Belki o kaybettiğimiz canlara sesleniyordu, ben gözlerin aradığı, gönüllerin dilediği devleti buluyordum türküde.
“Ben ağlarsam ağlayıp, gülersem gülen/ Bütün dertlerim’ anlayıp, gönlümü bilen// Sanki kalbimi bilerek, yüzüme gülen/ Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen?”
Sanat hayatta kalmak için gerekli olmayan ama anlamlı bir yaşam için şart bir unsur. Uzun kürsü konuşmalarından, ortalama insan ömründen büyük.
Vurana kızmadığımız bir tokat bazen ya da dar günlerde başımızı koyduğumuz yalnızlığımızın sinesi, sanat bazen önümüzdeki uçurumda bizi karşıya geçirecek bir asma köprü.
“Bir sanat eseri gerçek olduğu için değil, doğru olduğu için çalışır” diyor Yann Martel.
11 dalda Akademi ödülüne aday gösterilen “Life of Pi” aynı isimli Yann Martel romanından uyarlanmıştı. Martel yıllar boyunca her hafta dönemin muhafazakar kanattan seçilmiş Kanada Başbakanı Stephen Harper’a kitap gönderdi. Yüzü aşkın kitaptan bir seçki yaptı.
“Kimin ne okuduğu, kitap okuyup okumadığı kendi bileceği iş. Sıradan insanların ne yaptığı beni ilgilendirmiyor, insanlara nasıl yaşayacaklarını söylemek bana düşmez ama benim üzerimde söz hakkı olan insanlar söz konusu olunca durum farklı. Onların okumalarını istiyorum çünkü sınırlı, vasat hayalleri bir gün benim kabuslarıma dönüşebilir” diyordu.
Kitapların içerisinde asla karşılık alamadığı notlar yazıyordu, neden okunması gerektiğine dair.
Cemil Meriç ise Bu Ülke kitabında şöyle diyordu:
“Artık sanat için sanat tekerlemesi hazin bir gafletin ifadesidir… Vatandaşları günün çetin kavgalarında yer alırken yıldızlara serenat besteleyen bedbahtın adı: Savaş kaçağıdır. Fikir ve sanat adamının yeri: Fikir ve sanat kavgasının ateş hattıdır. Her sanatkar agoraya inmek, hayır ve şerrin ortasında yer almak mecburiyetindedir… Kitlelerin yükselmesi, insanlaşması, ışığa kavuşması için sanat.”
Afeti, kıyameti bitmeyen bu ülkede sanatçı olmak, kalmak zor. Kapısına ilk kilit vurulan oluyor hep sanat.
Bu sefer havlu atmadılar, bu da bir başkaldırı, agoraya indiler.
Tiyatrocu dostumuz Ayşegül Yalçıner, “Bu kıyamette oyununu mu oynayacaksın?” diyenlere “Fırıncı, bankacı yastayım çalışamam demiyor, benim acım da zamanla geçmiyor, yasımı sahnede tutacağım.” dedi.
Oyunu oynadı ve tüm geliriyle deprem bölgesine kolilerce yardım gönderdi. Şeffaf yayımladı ne geldi, ne gitti, ne alındı.
Bu hafta da iki dayanışma konseri olacak. Biri Moda Sahnede, dinleyici kapasitesi belli, biletler için acele etmeli. Diğerinin hedef tutarı yüksek, gideceği yer deprem bölgesinde eğitim projesi, hani yönetimin henüz icraatlar içerisinde konuşmaya bir türlü sıra getiremediği eğitim, biletler gücü yeten için, yeri PSM. Memlekette kapalı alanda devasa bir konseri düzenleyebilecek sermayeye peşkeş çekilmemiş, kamuya ait salon bulunamaması da tokat gibi iniyor surata. Gidemeyen internetten ücretsiz izleyebilecekmiş neyse ki.
İçimdeki öfke, kırgınlık, kızgınlık kurduğum cümleleri keskinleştirip derdini anlatmaktan çıkarır korkusuyla bunca sanattan bahsediyorum, denge için sanata sığınmaya çalışacağım.
Tiyatrocu dostum Emrah Elçiboğa, üniversitede tiyatro kursu verirken bize, bir konservatuvar sınavında nasıl geçtiklerini hem anlatmış hem de canlandırmıştı. 25 senedir aklımda o sahne.
Sınavın konusu şu: “Sahnede iki kişi, hiç konuşma olmadan, pandomime kaymadan, bir şey canlandırın, birinizi anlar ve severken diğerine öfke duyalım. İki dakikanız var sadece.
Biri sürekli bir şey taşıyor, çekiyor, indiriyor kaldırıyor, alın terini siliyorken diğeri tam iki uzun dakika boyunca yavaş hareketlerle sigarasını yakıp, dumanını izleyerek, omzunda görünmeyen tüyleri eliyle fiskeleyerek, sakince içiyor.
İzleyici, bu bencillikten, kendine odaklı iki dakikasından, yanındakinin çabasını görmeyişinden, el vermeyişinden, ucundan tutmayışından, şekilciliğinden nefret ediyor.
Diğerinin ise ne için uğraştığını bilmemize gerek bile kalmıyor. Kan ter içinde öyle bir emek ki saygı duymamak elde değil.
Bu sahne, zihnimin bir yerinde tekrar tekrar canlanıyor gündeme baktıkça.
İnsanlar arama kurtarma desteği beklerken ekip bizimki olsun derdine düşenler, askeri, madenciyi alana sevk etmek varken kendi kurumunun şanı yürüsün diye binleri ölüme terk edenler, saatlerce bir can için uğraşanları kameralar açılınca enkazdan uzaklaştırıp kadraja kendi girenler, ihtiyacın giderilmesine değil kimin adının anılacağına odaklanıp dayanışma önüne duvar örmeye kalkanlar, halk toz toprak içinde aç, susuz ayazda feveran içindeyken jilet gibi takımlarıyla meydanlara inip tehdit savuranlar, içinde insan varken enkaz kaldırma ihalesi açanlar, çadır yokken inşaatlar için masaya oturanlar, hilti bulunmazken çimento ve demir tüccarlarıyla pazarlığa girenler, milyonlarca insan kenetlenmiş kan ter içinde derman için oradan oraya sahnede koşturur, indirir, kaldırır, taşır, çeker, ağlarken; ortalıkta “ben, ben, ben, ben, ben” diye gezenler.
Her gün birilerine haykırıyoruz: Toprak ayağımızın altından kaydı, ülkenin haritadaki yeri santimlerce kaydı, ezberler enkaz altında kaldı, canlarımız paramparça, neredesin sen?
Hangi konu, hangi mevzu, hangi canımıza değmez detaydasın? Halkın öldürülmüş, sen hangi şahsi sorunundasın? Milyonlarca insanın dünü gitmiş, bugünü çıkaracağının garantisi kalmamış, senin geleceğinden mi konuşalım, bu işin neresindesin sen?
Birileri konforlu duruşuyla omzundaki görünmeyen tüyü fiskelemeye çalışırken sırtımızda ceket yok, altımızda zemin oynuyor, karnımız gurulduyor, yas çökmüş, göz pınarları kurumuyor. Neredesin sen?
Öldük, öldük bitmedi, ya yeniden doğacağız ölümlerden ya da memleketin üzerine kireç dökecek birileri.
Önümüzde öyle bir seçim, herkes için hayati. Ölüm-kalım tabiri cümle içinde hiç bu kadar gerçekçi kullanılmadı.
Şimdi kimin rolü ne olacak, kabinede kimler yer alacak, hangi partiye hangi ilden kaç koltuk, kimin sözü geçiyor, kim emrivakiye kalıyor, kim noter, kim paratoner, sineğin yağı kaç miligram tartışması açanların, enkazlardan inleme sesleri sürer, enkaz başında insanlar dayan diye molozlara haykırırken, bir halıya Antik Yunan mozaiklerindeki gibi uzun oturmuş, gülümseyerek poz veren ve sosyal medyada paylaşılanlar dışında her şey kontrol altında diyenden ne farkı kalıyor? Ha kurulu masayı tek elinle dağıtmışsın ha çadırımıza tekme atmışsın.
Biz öldük.
Neredesin sen?
Siyasi ajandalarınız, kibre dönüşmüş öz güven ve egolarınız, masaya vurmaya kalktığınız yumruklarınız, yarın bile sisler ardındayken sonraki döneme ait planlarınız, psikolojik yansıtma içeren hamasi kürsü konuşmalarınız, bilesiniz ki yalın ayak çocukları bir anlığına bağrına basarken fotoğraf vermeye çalışan kaşmir mantolu beyler kadar korkutucu, halimizi anlamaktan ırak. Çekip giderler konvoylu, çakarlı, kurşun geçirmez araçlarına, geride biz kalırız, birbirine sığınarak hayatta kalanlar. Çekip gidiniz buyrun, yolunuzu kimin açtığı meçhul, bizim dayanışmamız sık dokundu, ilmek kaçırmak imkansız.
Biz çelik bir yumruk olacağız, kendi ceketinin yakası derdine düşenlerden uzak.
Bu karanlığı ölümüne yaşadık, koyu laciverte geçmek için değildi zaten bunca kavgamız.
Tertemiz, bembeyaz, apaydınlık bir sayfayı açmaya niyetli olmayana yeri gelir sorulur elbet; neredeydin sen?
Kötü bir şaka gibi anılacak tarihte adınız.
Martel gibi ben de yüzlerce kitap göndermek isterim bir zamanlar beyaz masa örtülü yuvarlak masada yeri olmuşların her birine:
Murat Ağırel, Mustafa Hoş, Timur Soykan, Ahmet Şık, Çiğdem Toker’den; Sarmal, Vurgun, Şaki, Parsel Parsel, Hançer, Ölüm Treni, Çığlık, Abluka, Liste, Baronlar Savaşı, İtham Ediyorum, Pusu, Dokunan Yanar, İmamın Ordusu, Olağan İşler, Milletin Cebinden, Duvar...
Bitmez, Demirtaş’tan Seher, Devran, Efsun, Leylan, Dad ve Zınar Karavil’den Demirtaş’ın Beyaz Sandalyesi
Ercüment Akdeniz Sekizinci Kıta ve fezlekesi komisyonda Ali Mahir Başarır’dan Beşli Çete.
Devam ederim: Cemil Meriç, Vamık Volkan, Baudrillard, David Harvey, Brian Barry ve ne bileyim daha niceleri...
“How To Lose A Country”i de atarım önlerine Temelkuran’dan.
Sırf kapaklarına bakıp kaldırma ihtimallerine karşı, akıllarında kalsın diye, en üste gelsin dilerim:
Kemal Varol’dan “Ucunda Ölüm Var”
Kolları sıvayalım arkadaşlar, zorlu bir yola, belki yayan ama eskisinden hafif düşeceğiz.
Biz, bir cumhuriyetin ikinci cildi yazılırken, giriş bölümündeki gizli özneleriz.
Başladık…
Evrensel'i Takip Et