Siyasal demokrasi ekonomik demokrasinin düşmanıdır

Fotoğraf: Evrensel
Demokrasi fevkalade çekici, hiçbir şekilde karşı çıkılamaz bir kavramdır. İçinde bir dizi cazip hakları içeren bu kavram niteliği belirlenmeden değerlendirilemez. Bunun çok tipik örneğini Fransa’da Kurucu Meclis üyeleri tarafından hazırlanıp kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi oluşturur. Bu bildirge din, dil, cinsiyet, ırk, hatta servet ayırımı yapmadan her insanı, hukuksal olarak, doğuştan özgür ve eşit kabul eder. Başkasına zarar vermeden her şeyi yapabilen insan, suçluluğu açıklanıncaya kadar da masum sayılır. Bildirgede insan o kadar korunmuştur ki, suçluluk hali ancak eylemin işlenmesinden önceki yasaya göre saptanabilir. On yedi maddede sayılmış haklar o denli geniş ki, adeta insan neredeyse bu cennetin içine düşmeden edemiyor!
Sayılan ve burada sayılamayan tüm haklar fevkalade yerindedir. Tüm olumlu maddeleri bir tarafa bırakarak salt 16’ıncı maddeyi ele alsak insan hakları ve özgürlükleri karşısında hayretler içinde kalıyor. Madde şöyle: “Hakları güvence altına alınmamış, kuvvetler ayrılığı belirlenmemiş toplumların anayasaları yok demektir.” Çok önemli bir madde değil mi! Kuvvetler ayrılığının önemi devlet aygıtını belirli süre içinde yönetmekle görevlendirilen kamu hizmetkarlarının tepesindeki Demokles kılıcıdır. Bu kılıç kaldırılmışsa, o toplumda insan haklarının can damarı kesilmiş demektir.
Peki, bu damar kesilebilir mi, ne zaman ve hangi hallerde kesilebilir? Bu konuyu tartışabilmek için bildirgenin ünlü 17’inci maddesine gitmemiz gerekiyor. 17’inci madde aynen şöyle: “Mülkiyet, dokunulmaz ve kutsal bir haktır. Yasada belirlenen kamu hizmetleri için açıkça gerekli görülmedikçe, adil ve peşin bir tazminat ödenmedikçe hiç kimse bu haktan mahrum bırakılamaz.” Öyle anlaşılıyor ki, bu maddede görülen mülkiyet hakkı düzenlemesi, vergi ya da istimlak vb. gibi uygulamalar bağlamında kamu ile özel kişi arasındaki ilişkiyi düzenlemeyi hedeflemektedir.
BİLDİRGE SÖMÜRÜ İLİŞKİSİNİ GÖRMÜYOR
Mallar arasında üretim malı ve tüketim malı ayırımı yapılmadan mülkiyetin korunması, doğal olarak üretim araçlarını da kapsadığından bildirge kapitalist mantığa dayanmakta ve emekçi ile patron arasındaki sömürü ilişkisini görmemekte ya da yadsımaktadır. Hal böyle olunca, kapitalist üretim ilişkilerinin gelir dağılımını haksız şekilde bozması bir tür mülkiyet hakkına saldırı olarak görülmemekte ve kabul edilmemektedir. Patron ile emekçi arasındaki sömürü ilişkisini göz ardı ederek insan hakkı konusunda sistem örmek, ilk düğmenin yanlış iliklenmesi halinde tüm düğmelerin de yanlış iliklenmiş olacağı gibi, sosyal ve kamusal ilişkilerde tüm yanlışlıklara ve hak kaybına göz yummak demektir.
Her şeyden önce, üretim ilişkisinde emekçinin hakkının gasp edilmesi bir hak ihlalidir. Bu ihlal yaşamın hemen her alanında devlet-birey ilişkisinde olduğu kadar, bireyler arası ilişkide de sistemsel haksızlığa ve hak ihlaline neden olmaktadır. Meseleyi açmak için fazla ayrıntıya girmeden gelir dağılımı ve ona bağlı olarak kaynak dağılımı ve sistem makinesinin belkemiğini oluşturan piyasanın işleyişine bakmak yeterlidir. Piyasada her üretim ve dağıtım sürecinde toplumun giderek küçülen nüfusu varsıllığa boğulup, giderek büyüyen nüfusu fakirliğe ve yoksulluğa sürüklenirse, aynı zamanda toplumsal karar mekanizması ve kamu hizmetlerinin toplumsal dağılımı da adaletten sapar. En temel hizmet sağlık ve eğitim hizmetlerinin toplumsal dağılımı toplumsal gelir dağılımından farklı patikalarda oluşamaz.
GELİR VE ADALET VARSILLARA…
Toplumsal gelir dağılımının giderek varsıllar lehine bozulması, adaletin de varsıllar lehine işlemesine neden olur. Böyle bir toplumda ne inşaatlarda ve sanayide sıkça görülebilen iş cinayetleri rüşvet ya da tehdit dışında yargı önünde adil şekilde sonlandırılabilir, ne de çok açık haksızlıklar medya tarafından kamuoyunun dikkatine sunulabilir. Hatta bu tür haksızlıkların üstünün kapatılması amacıyla bizzat kamu şiddetine de başvurulabilir. Kısacası, eğer toplumsal servetin giderek büyük bölümü giderek küçük bir azınlığın mülkiyetine geçmiş olursa toplumsal vicdanda bunun hesabı sorulur, sistemin tıkandığı durumlarda ise, vicdandaki sorgulama fiziki sorgulamaya, hatta saldırıya da dönüşebilir.
İşlerin bu duruma gelmesi halinde devlet aygıtı neyin adına, kimin yanında yer alır? Sorunun yanıtı çok açıktır: kamu düzeni adına saldırıya uğrayanların yanında yer alır. Peki, kamu düzeni servet dağılımın düzensizliğinde gerçekleşir diye ilahi bir kural mı vardır; saldırganlar hakları olmayan varsıllığı mı ele geçirmeye çalışmaktadır? Meseleyi saldırıya kadar götürmeden, daha sakin durumlarda da aynı soruyu soralım: Toplu sözleşmelerde ve/veya grev gibi emekçi eylemlerinde devletin tavrı kimin tarafında olur? Yanıt da aynıdır: Kamu düzeni adına, saldırı olarak görülen emekçi eylemlerine karşı, sermayenin yanında olur.
Bu örnekler şunu gösteriyor ki, hak kavramı yüzeysel olarak siyasi nitelikli olabilir, fakat içsel dayanakları itibariyle ve temelde ekonomiktir. 1789 Fransız Devrimi siyasal bir devrimdir. Vatandaş olarak görülmeyen, seçme ve seçilme özgürlüğü bulunmayan kesimler vatandaş statüsüne kavuşturuldu. Gücü ve tarihsel kazanımları itibariyle yadsınamayacak bu gelişme bir devrimdir, fakat siyasal alanda gerçekleşen bir devrimdir, yani bir üst-yapı devrimidir. Kardeşlik, özgürlük ve dayanışma gibi salt kulağa değil, kalbe de hoş gelen kavramlar ne feodalitede vardı ne de kapitalizmde mevcuttur.
Böylesi kavramlar filozoflar ya da siyasi liderler tarafından bazen sistemi perdelemek arzusuyla, bazen sisteme yön vermek inancıyla ya da çok daha başka niyetlerle geliştirilir ve ileri sürülebilir. Bunun bir tipik örneğini, henüz feodalite dahi yıkılmamışken, emek-değer teorisinin temelini kuran John Locke oluşturur. Gerçi Amerika Birleşik Devletleri Anayasası ilkelerine de ışık tuttuğu iddia edilen Locke kuralları feodalitede hiç olmamıştır, kapitalizmde de klasik sistemde Ricardo’ya kadar devem etmiş, Marx’ta zirveye ulaştığı halde tez düzeyinden öteye götürülmemiştir. Peki, insanlığa hak ve adaleti anlatan bu teori neden rafa kaldırıldı? Çünkü feodalitede varsıllığı eline geçirmiş kesimler kapitalizme evirilince devlet aygıtını hakimiyetleri altına alıp, sermayenin siyasi karar mekanizması konumuna indirgeyebilmek için mülkiyetin toplumsallaşmasına engel olmuşlardır.
EKONOMİK DEMOKRASİ KAVRAMI SİYASİ DEMOKRASİYİ İÇERİR
Yazıyı bağlarken, düşüncelerimizi 1789’dan bir asır kadar ileriye taşırsak 1840’lara varırız ki, bu dönem İngiltere’de sanayi devrimin geliştiği ve emek ile sermaye arsındaki çatışmanın netleştiği zamandır. Emekçiler de vatandaş idi, seçme ve seçilme hakları dahi vardı. Fakat emekçiler siyasi haklarla yetinmediler, zira ekonomik haklarının çiğnendiğini ve siyasi haklarına dahi ulaşamadıklarını fark ettiler.
Emekçilerin mücadelesi üretim sürecinde uğradıkları sömürüyü ortadan kaldırmaya yönelikti. İşte demokrasi budur; demokrasi “demos” ve “kratos” sözcüklerinden oluşuyor ise, üretici ürettiği her değer üzerinde ve her alanda eşit karar hakkına sahip olmalıdır, bu durum ise ancak sömürünün ortadan kaldırıldığı toplumda söz konusu olur. Buna ekonomik demokrasi denir. Ekonomik demokrasi kavramı siyasi demokrasiyi içerir, fakat siyasi demokrasi ekonomik demokrasiyi içermez ve ekonomik demokrasinin bulunmadığı durumda da parıltılarının çoğunu yitirmiş olsa da şekilsel olarak oluşabilir, hatta ekonomik demokrasiye karşı göz boyayıcı işlevle her daim devrede tutulabilir.
Evrensel'i Takip Et