Kapitalizm, sağlık ve içten içe çürüyen hayatlar

Fotoğraf: Markus Spiske/Unsplash
Devlet sosyalizmi ve 1950’lerin Batı kapitalizmi birbirinin zıddı iki sistemdi. Ya da öyle görünüyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bu iki sistem kıyasıya bir kapışmaya girişti.
Ancak o zamanlar çok da fark edilmeyen, işçi sınıfının iki sisteme de vurduğu varoluşsal damgaydı… Üstelik iki sistemde de emek sömürüsü devam ediyordu. Başka bir deyişle hem Doğu Avrupa sosyalizmi hem Batı kapitalizmi ekonomik büyümenin önceliği ve devamlılığı üzerine kuruluydu... Fakat, ikisinde de sınıf mücadeleleri kâr hırsını sınırlamakla, eşitsizlikleri azaltmakla kalmamıştı... Bu dengeyi koruyan kurumlar yaratmıştı.
Bugün bu paralelliğin daha da az fark edilen, yaşamsal bir boyutunu vurgulayacağım. Sınıf mücadelelerinin yarattığı kurumlar, erken kapitalizmin yalnızlaştırıcı yanlarını da törpülemişti. Ekonomik sosyolojinin kurucusu kabul edilen Karl Polanyi, 1830’lardan itibaren önce Avrupa, sonra kolonilerde yayılan piyasa sisteminin, insanları ölüme götürecek derecede amaçsız, iletişimsiz ve neşesiz hayatlar yarattığını anlatır. İşçi sınıfı, özellikle de 1917 sonrası şiddetlenen ayaklanmalarıyla bu sistemi yıkamadıysa bile, en vahşi özelliklerini ortadan kaldırmaya başlamıştı. Buna, piyasanın kontrolsüzlüğünü gemlemek için seferber olan bazı iş çevreleri, bürokratlar, hatta aristokratlar da katkıda bulundu.
Bu mücadeleler sonunda vücuda gelen görece dayanışmacı kurumlar, sadece kapitalist sömürüyü gemlemekle kalmadı. Yeni toplumsallıklar, yeni insani bağlar yeşertti. “İşçi sınıfının iki sisteme de vurduğu varoluşsal damga”dan kastettiğim bu.
Devlet sosyalizmi ve Soğuk Savaş kapitalizminin çözülüşünün sonucu, üzerinde işçi sınıfı damgası olmayan yeni bir kapitalizm kuruldu. İki evrende de işçiler örgütsüzleştirildi. Sömürü şiddetlendi. Bu kadarını hepimiz biliyoruz. Ama daha az dikkat ettiğimiz, görece dayanışmacı kurumların ortadan kalkmasıyla, insanların aşırı yalnızlaşması... Bunun sonucunda umutsuzluğun, hastalıkların, intiharın, madde bağımlılığının ve genel olarak hayattan kopukluğun artması.
“Neoliberal” dönemde, refah devletinin değişimlerinden dolayı sağlık sistemindeki çalkantı üzerine binlerce kitap ve makale yazıldı. Oysa henüz çok dikkat çekmeyen bir dizi araştırma, insan sağlığında çok daha derin bir sarsıntıya işaret ediyor. İşçi sınıfının örgütlü olmadığı bir toplumda, hastalığa giden kapılar ağzına kadar açık… Hem de (neoliberal) sağlık kurumlarına iş düşmeden.
Macar Sosyolog Schering ve Amerikalı Sosyolog Lawrance, sayısal ve niteliksel çalışmalarında bu tablonun Amerika ve Doğu Avrupa’da ne kadar benzer olduğunu anlatıyorlar (Bu çalışmalar henüz Türkçeye çevrilmedi maalesef). Bundan elli yıl önce insanlar sadece beraber çalışmıyorlardı. Tatilleri, akşamları, hafta sonları da iç içe geçmişti. İşin olduğu kadar, iş dışı yaşamın da bir keyfi, coşkusu vardı. Tüm daraltıcı yanlarına rağmen, bu birliktelik bir amaç veriyordu insanlara. Bu birlikteliğin ortadan kaldırılmasıyla birlikte, keyif neredeyse tamamen bireysel anlara sınırlandı. İşte de eğlence hayatında da. Diğer insanlar ya rakiplere ya potansiyel haz nesnelerine indirgendi. İnsani bağların doyuruculuğu aşındı. İnsanlar birbirine destek olmayı bıraktı.
Scheiring’in bu süreç ve mekanizmalara dair çok zengin saha gözlemleri var. Macaristan’da yalnızlaşmanın, insanları nasıl hastalığa sürüklediğini derinlemesine, adım adım anlatıyor. Güzel bir romanın zihninizde canlandıracağı berraklıkta görüyorsunuz tabloyu.
Tüm bunlar, bu çözülmeden önceki sistemin harika olduğu anlamına gelmez. Amerika’da durum daha bariz: işçi sınıfının ayrıcalıklı, beyaz kesimleri hem ülkedeki ırkçılığı hem yurtdışında emperyalizmi destekliyordu. Doğu Avrupa’da ise 1940 sonlarından itibaren işçi sınıfı üzerinde kurulan bürokratik tahakküm, 1970’lerden itibaren daha açık ve acımasız bir sömürüye dönüşmüştü.
Tarihin çöplüğüne atılan bu iki sistemde de işçi sınıfı devrimci özelliğini o kadar kaybetmişti ki, 1980’lerde bizzat kendi kazanımları elinden alınırken (çoğunlukla) ya sadece seyretti ya da alkış tuttu. Ve bu kazanımların iptal edilmesi, sadece işçi sınıfını değil, bütün insanlığı hâlâ içinden çıkamadığımız bir kabusa sürükledi.
Kapitalizm, bir ur gibi, hepimizi içten içe çürütüyor. Farkında olalım ya da olmayalım ya biz ya sevdiklerimiz derin psikolojik ve fiziksel hastalıklara doğru dört nala gidiyoruz.
Günümüz sahte bolluk toplumunda yaşamanın bedeli bu. Yani, 2008 küresel krizi sonrasındaki yoksullaşma başlamadan önce dahi, yaşam zaten temelden yoksunlaşıyordu.
Bu çürümeye karşı... Bizi birbirimizle tekrar bir araya getirecek, ekonomileri toptan dönüştürerek toplumsallığın damgasını hayata tekrar vuracak, sınıf temelli kitle hareketlerine ihtiyacımız var.
Ya sosyalizm ya yalnızlık ve ölüm.
Evrensel'i Takip Et