Yabancı kaynağa dayalı kalkınma olamaz

Fotoğraf: Vladimir Solomianyi/Unsplash
Seçim vaatlerine yabancı sermaye karışınca aklıselim iktisatçıların da kafası karışır. Küreselleşmenin ilk dönemlerinde yabancı sermayenin gelişmekte olan ekonomilere teknoloji getireceği, işsizliğe çare üreteceği, hatta cari açığın kapatılmasında da önemli rol oynayacağı iddiaları etrafı kaplamıştı. Bu parlak iddialar karşısında aklıselim iktisatçıların bunların hiçbirinin olmayacağı, yabancı kaynağın ülke yararına değil, merkez ülkelere yapılan kâr transferleri nedeniyle uzun vadede ülke zararına olacağını ileri sürmüştü.
Küresel ekonomiyi gelişmiş sanayi ekonomileri şekillendirmekte, hatta iktisat politikalarını rahatlıkla satabilmek için reklam şirketlerine alımlı ifadeler sipariş ederek, asıl amacı değil, çevre ekonomilerinin hoşlanacağı sloganları yaygınlaştırmaktalar. Küresellşeme, yenidünya düzeni ya da Washington uzlaşması gibi süslü kavram ya da ifadeler gerçeği yansıtmamakta, fakat kulağa hoş gelen ve itirazsız kabul gören sloganlarla güçlü sermaye yeryüzünde kendine yeni kanallar açmaktadır. O zaman kavramları ya da sloganları bir tarafa bırakıp, sürecin asıl amacını ve arka planını irdelemeli ve anlamalıyız.
Madem küresel ekonomi merkez ülkelerce uygun sloganlarla şekillendirilmekte, o zaman yabancı sermayenin neden ülkemize böylesi cömert davrandığını da sermaye açısından ve çıkarcı açıdan irdelemeliyiz. Her şeyden önce şu kesin kabulü yapmalıyız ki, geçmişin mal ticareti, günümüz ekonomilerinde yerini para ticaretine bırakmıştır. Para da bir mal gibi tüm yerküreyi dolaşmakta, dolaşırken de çığ gibi büyüyerek merkeze kaynak aktarmaktadır.
Yerkürede kartopu gibi dolaşan para dolaştığı ekonomilere ve zamana bağlı olarak büyüyerek merkeze döndüğüne göre, bu büyümenin nasıl oluştuğuna bakmalıyız. Bu büyüme, paranın gittiği ekonomide yarattığı kâr veya faiz gelirinden kaynaklanmaktadır. Para gerek ülke seçiminde gerek alan tercihinde daima en yüksek getiri sağlayacak ülkelere ve kanallara yönelir. Hangi ülkede faiz ya da kâr yüksekse o ülkeye gider, payını alır ve merkeze döner. Peki, bu işlemlerden para ithal eden ekonomiler hiçbir kazanç sağlamazlar mı? Tabii ki, paranın girdiği ülke de yaratılan katma değerden bir miktar emek kazancı ve hiç değilse vergi yoluyla bir kazanç sağlar. Bütün mesele, ülkeye giren paranın oluşturduğu katma değerin ne kadarının ülkede kaldığı ne kadarının merkez ülkelere transfer edildiğidir. Kaldı ki, eğer dış kaynak finans alanına girmişse ekonomide katma değer yaratmadığı gibi faiz gelirini alarak çıkarken, ülkeye girdiği esnada sağladığı yararın kat kat üzerinde maliyet yıkar.
Peki, bu durumda niçin kalkınmakta olan ülkeler yabancı kaynak çekmeye çalışır ve kaynak çekebildiği dönemlerde pembe bir ekonomiye dönüşür? Bu sorunun birinci bölümünün yanıtı ikinci sorunun yanıtında gizlidir. Şöyle ki, yabancı kaynak ne şekilde olursa olsun ekonomiye girdiği zaman o ekonomide döviz bolluğu yaratarak kurların gevşemesine, tüketim harcamalarının yükselmesine ve dolaylı vergiler yoluyla devletin gelir sağlamasına yol açar. Tüm bu ve bunların yan işlemleri toplumsal algılamaya ekonomik büyüme ve kısmi refah artışı olarak yansır. Pembe tablonun oluşum süreci böylece yaşanırken, dönem sonuna doğru kâr transferi gündeme gelir. İşte bu dönemde ülkeye girdiğinden fazla döviz çıkışı yaşanır, kurlar yükselebilir, ekonomide sıkışıklık hissedilir, fiyatlar yükselir. Kısacası, ilk dönemlerde yaşanan nimetlerin fatura ödeme dönemi başlamıştır. Siyasilerin yaşam süreleri 3-5 yıl gibi kısa süreli olduğundan, siyasiler daha çok finansal operasyonların birinci pembe döneme rağbet eder, ikinci dönemi fazla dikkate almaz. Zaten halkın bilincinde ikinci dönem ile birinci dönem arasında net bir ilişki de kurulamaz.
Dış kaynakla ilgili bu ve benzeri genel sorunları kısaca özetledikten sonra, tüm bu zorluklara rağmen özellikle kalkınmakta olan ekonomilerin neden dış kaynağa yöneldiğini, neden Türkiye’de de bazı siyasilerin dış kaynak bulmuş olmaları ile övünüp, bu durumu siyasi propaganda aracı yapabildiklerini kısaca irdeleyelim. Bunun sebebi üçlüdür. Bir kere, dış kaynak kafalarda hayali de olsa zenginlik ya da parıltı olarak yansıdığı için seçim propagandalarında önemli bir yer tutar. Bu durum, yukarıda açıklandığı gibi, kaynağın ülkeye girdiği dönemi yansıtır, fakat kaynağın çıktığı dönem bu tabloda yer almaz. İkincisi, dış kaynak, kaynağı sağlayan siyasi kadroya dış çevrelerin kredi tanıdığı ve itibar ettiği görüşü oluşturur. Peki, nasıl oluyor da, bir ülke siyasetçisi iç çevrede değil de dış çevrede sağladığı itibarı iç siyaset piyasasında değerlendirebiliyor? Bu konu, yani neden iç toplumsal rağbete değil de, dış ekonomik rağbete bu denli bağlı olduğumuz meselesi hem ekonomik, hem de sosyal-siyasal geriliğin önemli bir göstergesidir. Dış kaynakla ilgili diğer bir sebep de, kalkınma için kaynağın gerekli olmasıdır. Kaynak içeride olsa dahi, gelir dağılımı bozukluğundan dolayı, güçlülerden kaynağı ekonomiye katma talebi karşılık bulamayabilir. Dış kaynağın iç kaynağa güven unsuru olması da bir faktördür.
Dış kaynağın en önemli sakıncası ülkeye siyasi risk yıkabilmesi ve ülke ekonomisinin ulusal çıkara göre değil de yabancı sermayenin çıkarına göre şekillenmesi ve/veya politikaların bu şekilde geliştirilip uygulanmasıdır. Örneğin yabancı sermayeye ait finans kuruluşlarının ülkede kredi piyasasını denetlemesi hem üretim maliyeti hem de kaynakların kullanım alanı seçimi açılarından ulusal çıkara aykırı gelişebilir.
Bir siyasinin önemli miktarda dış kaynak bulduğunu iftiharla söylemesi ulusal irade ve güveni sarsıcı bir etki yaratabilir. Açıktır ki, dış kaynak salt gelişmekte olan ekonomilerde değil, gelişmiş ekonomilerde de kullanılmaktadır, fakat gelişmiş ekonomiler arasındaki sermaye akımları birbirini tamamlayıcılık vasfı ile seyrederken, gelişmiş ekonomiler ile gelişmekte ola ekonomiler arsındaki sermaye trafiğinde dış sermayenin geri ekonomideki tamamlayıcılık vasfı öne çıkar. İşte gelişmiş ekonomilerden farklı olarak, gelişmekte olan ekonomilerde dış kaynağın ulusal güveni sarsıcı etki yaratmasının sebebi dış kaynağın olmazsa olmaz niteliğinde tamamlayıcı olması, kaynağın bulunmadığı durumlarda ekonomide ciddi eksikliğin bulunduğu düşüncesidir.
Denetimli dış kaynak kullanılabilir ancak ülkenin kendi insan ve mali kaynaklarının harekete geçirilmesi birinci derecede önemi haiz durumdur. Ekonomik kalkınmanın en önemli kaynağı ekonomik kaynak yanında, bazen onu da aşacak şekilde ulusal heyecan ve dürtüdür. 1930’larda devletçilik bu konuda önemli bir örnektir. Onu yaratan halkımız, onları defalarca yaratmaya kadirdir, yeter ki siyasi kadronun dürüstlüğüne, sistemin adaletine, hukukiliğine ve geleceğe güven beslesin.
Evrensel'i Takip Et