Bayern tribünlerinden ders: Futbol kimin olmalı?
Fotoğraf: Steffen Prössdorf/Wikimedia Commons(CC BY-SA 4.0)
Manchester City’nin Bayern Münih’i ağırladığı Şampiyonlar Ligi çeyrek final ilk maçı muazzam bir taktik savaşı ve City’nin 3-0’lık hakimiyetiyle sonuçlanırken tribünlerde de ilgi çekici anlar yaşandı. Bayern’in sol görüşlü ultra grubu Schickeria, Manchester kentinin 2 kulübünü hedef alan “Glazer’lar, Şeyh Mansur, tüm otokratlar dışarı” ve “Futbol halka aittir” pankartlarını açtı, City taraftarlarının buna tepkisi ise kulübü bugünkü “görkemine” kavuşturan, Birleşik Arap Emirlikleri kraliyet ailesi üyesi Şeyh Mansur bin Zayid en-Nehyan’a destek tezahüratı yapmak oldu. “Futbol halka aittir” diyenlere “hayır efendim, şeyhimize aittir” sözleriyle yanıt veren refleksin İngiliz mizahı olduğunu düşünmek isterdik ama maalesef gerçek bundan çok daha can sıkıcı. Hoş görülü gözler için, kimlikleri şehrin diğer takımının gölgesinde şekillenen Manchester City taraftarlarının kendilerini bir anda dünya futbolunun zirvesine çıkaran Abu Dabi sermayesine şükran duyması bir noktaya kadar anlaşılır olabilir. Aynı mantıkla Manchester United’ın Katar’a satılması da şehrin “Kırmızı” tarafı uzun süredir başarısız olduğu için hoş görülebilir. Bu anlayışa göre devletler ya da dev sermaye grupları, futbolu ve 100 küsur yıllık kulüplerini o kentin insanlarına “kupa” dışında bir şey vadetmeden diledikleri gibi sömürebilir ve tek derdi tuttukları takımın “başarılı” olması olan, çoğu zaman tribüne girecek para dahi bulamayan “küçük insanlar” da bu konuda ağzını dahi açamaz.
Manchester United’ın Glazer ailesine satılmasından 3 yıl sonra vizyona giren Ken Loach’un “Looking for Eric” filminde bu bakış açısı “Ben kulübü bırakmadım, kulüp beni bıraktı” ifadesiyle eleştiriliyordu. Kulüpler içinden doğdukları topluluğa “başarı”, “kupa” dışında bir şey vadetmeyen, onların, yönetiminde asla söz hakkına sahip olamadığı ticari kuruluşlar mıdır? Bu soruya İngiltere ve Almanya’da farklı yanıtlar veriliyor. 2 ülke futbolunu da yakından takip eden Raphael Honigstein, City-Bayern maçı sonrası Etihad Stadyumu’nda yaşananın iki farklı kültürün çatışması olduğunu söylemişti. İngiltere’de kulüplerin büyük çoğunluğu en az 120 yıldır halkın değil zenginlerin sahipliğinde. Almanya’da ise böyle bir gelenek olmadığı gibi bu, -en azından taraftarların çoğu tarafından- futbola yapılacak en büyük kötülük olarak görülüyor.
Bayer Leverkusen ve Wolfsburg dışında tarihsel olarak büyük bir şirketin kontrolünde olan takım yok. Sermayenin aksi yöndeki baskılarına rağmen kulüplerin sahipliğinin en az yarısını üyelerden oluşan yapılara bırakan “50+1 kuralı” yürürlükte. Red Bull’un yasaların boşluklarından yararlanarak yarattığı RB Leipzig, Bundesliga’ya çıkabilmek için 5 yıl harcamak zorunda kaldı ve buna rağmen diğer kulüplerin taraftarları için bir nefret objesi konumunda. Hoffenheim’a onlarca yıldır destek olduğu için kulüp sahipliğine izin verilen milyarder Dietmarr Hopp bile sert eleştirilere maruz kaldı. (Bu arada Hopp da kulübün çoğunluk hisselerini üyelere devretmeye hazırlanıyor) Bayern Münih’in %75’i 300 bin üyesi olan FC Bayern München e.V.’ye ait. Geri kalan %25’in sahibi Adidas, Audi ve Allianz ne kadar rahatsız olsa da bu üyelerin kulüp idaresine dair söz hakkı var. Örneğin Bayern yönetiminin Katar’la sürdürdüğü sponsorluk anlaşması en sert şekilde kendi tribünlerinde protesto ediliyor. Yani Şeyh Mansur’u protesto eden Bayern taraftarları, bunu sadece basit bir rekabet duygusuyla yapmıyor. Honigstein’ın dediği gibi futbolun kime ait olması gerektiğine ilişkin bir vizyonla hareket ediyorlar.
Bu kültür, elbette Bayern ultralarıyla sınırlı değil. Her kentte, her kulüpte öncelikle kendi yönetimlerine karşı eleştiri kültürünü ayakta tutan, “taraftar grubu”nun ötesinde tribünde bir araya gelen “sosyal yapı”lar var. Sadece son 2 haftaya baktığımızda kulübün bilet fiyatlarını protesto eden Hamburg’lulara, ligin daha da ticarileştirileceği kaygısıyla Bundesliga’nın yayın haklarının satışına aynı maçta ortak tepki koyan Dortmund’lulara ve Union Berlin’lilere, “Sizin değerleriniz 5 kuruş etmez” diyen Nürnberg’lilere rastlıyoruz.
Dünyanın geri kalanının aksine Almanya’da tribünler her hafta coşkulu taraftarlarca, çok daha düşük bilet fiyatları karşılığında dolduruluyor. Bayern Münih’in hakimiyetine rağmen çoğunluk futboldan sıkılmıyor çünkü tribün, sahada kazanmanın ötesinde değerlere sahip çoğu birlikte hareket eden insanlardan oluşuyor. Bayern Münih örneğinde olduğu gibi bu insanlar yeri geldiğinde kulübün “gizlenmiş” tarihini ortaya çıkarıyor* ve değerlerini yeniden belirliyor. Almanya tribünleri belki de tüm dünyada, halkın azınlığın değil çoğunluğun çıkarları için sözünü söyleyebildiği en güçlü kitlesel platformlardan biri. Bayern taraftarlarının Etihad’da verdiği ders bu yüzden çok önemli.
*Bu meseleyi okumak isteyenler 2020 tarihli “Bayern Münih’in kendi tarihine uzun yürüyüşü” yazılarına bakabilir.
- 100 yıl arayla Paris’te iki olimpik dönüm noktası 26 Temmuz 2024 05:27
- Papara baskını ve marka değeri 19 Mart 2024 04:10
- Bozacılar ve şıracılar 12 Mart 2024 04:46
- Beşiktaş'a cüret gerek 05 Mart 2024 04:42
- "Dünümüzü getirin, yarınımızı verelim" 27 Şubat 2024 04:15
- Geriden oyun kurmayı, yarım alanlara sızmayı atla, göğe bakalım 20 Şubat 2024 04:50
- "En eski spor arkadaşları"nın 2024 model çekişmesi 13 Şubat 2024 04:21
- Gerçeğin yumruğu: İşte Türk futbolu bu! 13 Aralık 2023 04:56
- Çalınmış ülke, bölünmüş spor: Filistin 23 Ekim 2023 04:36
- City Football Group-Başakşehir flörtü 09 Ekim 2023 04:00
- Süper Lig, süper sömürü 02 Ekim 2023 04:30
- 'Voleybol Ülkesi' miyiz? 25 Eylül 2023 04:25