19 Nisan 2023 04:52

‘Bir aşiret iki hikaye / Nevruz’

kitap kapağı

Görsel | Bir aşiret iki hikaye / Nevruz kitabının kapağı

Paylaş

Son doğum günümde bir dostum, Ali Gülçiçek’in “Bir Aşiret İki Hikaye Nevruz” adlı romanını hediye etti. Ben bu kitabı çok sevdim.

Bir kitap neden sevilir? Bu sorunun birçok yanıtı vardır. Konusu ilginçtir, yazar çok güzel kurgulamış, merak duygusunu harekete geçirmiştir. Harekete geçen merak duygusuyla nefes nefese okur, seversiniz. Yazarın o kadar güçlü bir anlatımı vardır ki sizi tanımadığınız, bilmediğiniz zamanlara, diyarlara götürür, size olayları birebir yaşatır, hissettirir, siz de seversiniz.

Kitap bu özellikleri taşıyordu, ben de bu kitabı çok sevdim ama ne yalan söyleyeyim, bu romanı sevmemin asıl nedeni ne kitabın güçlü kurgusu ne anlatım gücü ne de konusunun ilginçliği. Ben bu kitapta kendi çocukluğumu, kendi yaşadıklarımı buldum.

Henüz okula başlamamıştım. Dayım bir düğünde silahı beline koyarken kendi bacağını vurmuştu. Silahın cezası olur korkusuyla hastaneye götürülmemiş, tanıdık bir doktora tedavi ettirmişlerdi. Annem beni de alıp Kayseri’ye dayımı görmeye gitmişti. Kayseri ilk gördüğüm şehirdi. Kayseri’ye gece ulaşmış ve bir faytona binip, Kayseri Meydanı’ndan geçerek dayıma gidiyorduk. İnanamamıştım; meydanın her yerine gerdikleri iplere sarı sarı altın takmışlardı. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuş, endişeli ve acılı anneme bir şey soramadan pırıl pırıl parlayan altınları seyretmiştim. Sonra öğrendim ki benim altın sandığım şeyler 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı için meydanı ışıklandırırken astıkları sarı ampullermiş. Nevruz’dan öğreniyorum ki tek şaşkın çocuk ben değilmişim. Kitabın kahramanı köy çocuğu Gülali’nin ilk kez treni görünce yaşadığı şaşkınlığı yazar şu sözlerle betimlemiş:

“Derken uzaklardan biraz önceki düdük sesi yine duyuldu dumanlar çıkararak uzaktan bir dağ yaklaştı üstümüze doğru. İyice sokuldum babaanneme korkuyla. Asiye, Güllü ve kardeşim Hatun iyice sokulduk birbirimize, o dağ dumanıyla yaklaştı iyice bize ve büyük bir gürültüyle geçip gitti önümüzden.”

Treni ilk gördüğünde dumanlar çıkartan bir dağa benzetip korkan Gülali ile ilk kez ampullerle süslenmiş meydandaki sarı ampul ışıklarını ipe dizilmiş parlayan altına benzeten Murat’ın duygudaşlığını yaşadım.

İlkokul ikinci sınıftan sonra Şarkışla’dan Ankara’ya okumaya gönderildim. Ayağımda arkası dikilmiş naylon ayakkabılar. Bacağıma yapışan daracık kauçuk pantolonumla dikkat çektiğimin farkında değildim. Seyranbağları İlkokuluna rica minnet yazdırdılar. Kayıt sırasında müdürün çok söylendiğini anımsıyorum. Bir sene sonra da alıp götürürsünüz bu çocuğu diyordu. Dersler başladı, hiçbir şey anlamıyordum. Hemen hiç arkadaşım yoktu. Her gün tahtaya kalkıyor, hiçbir soruya yanıt veremeden, başım yerde, yeniden yerime oturmak zorunda kalıyordum. Çocuklar alay etmeye, ben de onları kıstırıp kıstırıp dövmeye başlamıştım. Bir anda okulun en yaramaz, serseri çocuğu olup çıkmıştım. Ankara’ya gelen amcamın naylon ayakkabı yerine aldığı kundura da beni kurtarmaya yetmemiş, çocuklar tarafından bir türlü kabul görmemiştim. Tek eğlencem Zagor okumak, tek sosyalliğim o dönem gecekondu semti olan Akdere’de köyümüzde çobanlık yapmış bir ailenin evine kendimi atıp, onların oğlu Osman’la doyasıya oynamaktı. İlk yazılı sınavların sonucu korkunçtu, matematikten bir hayat bilgisinden sıfır almış, öğretmen bu notları veli toplantısında velilere açıklarken özellikle benim üzerimde durup, ne yaptıysam bir şey öğretemedim diye beni teşhir etmiş, velim olan teyzemi kıpkırmızı kızartmıştı. Bir de eve geldiğimde mide ameliyatı olduğu hastaneden taburcu olan babama kuzenlerimin notlarımı müjdelemesi işin üzerine tuz biber ekmişti.

Ben Şarkışla’dan Ankara Seyranbağları İlkokuluna gönderilirken kitaptaki Gülali Divriği’den Ankara Kalaba’ya gönderiliyor.

“Ankara’nın Kalaba İlkokuluna yazdırdılar beni. Okula gittiğim ilk gün gördüklerim karşısında şaşkındım. Buraya gelen öğrencilerin üstleri başları güzel, ayakkabıları parlak, çok farklıydılar. Benimse ayağımda kara lastik vardı. Çocuklar ayaklarıma bakıp fısıldaşıyor, gülüyorlardı. Elimden gelse ayaklarımı yok edecektim. Utanıyordum. Yeni okul dönemim ağır bir travmayla başlamıştı. Her şey güzel ve düzgündü, buna uymayan ise bendim, yani çirkin olan bendim. (…) Benim dışımda neredeyse sınıfta herkes çok başarılıydı. Sınıfın, belki de okulun en başarısız öğrencisiydim. İki konu hariç. Birincisi çok güzel top oynuyordum, top oynarken herkesin beni seyrettiğini, bana gıptayla baktığının farkındaydım.”

Öğretmenin aşağılaması, kuzenlerimin başarısızlığımı babama müjdelemeleri, babamın beklemediğim bir şekilde başımı okşayıp “Düzeltir” demesi hırslandırdı beni. Akşam lisede okuyan abimin karşısına geçip sert ve kesin bir dille “Bana matematik çalıştır” dedim. Abim bir iki şey anlattıktan sonra, “Sen çarpım tablosunu bilmiyorsun, bunları ezberle” deyip beni kendi halime bıraktı. Çarpım tablosunu yutarcasına ezberledim. Tekrar abimin karşısına geçtim, bana üç işlemi tekrar anlattı. Hayat bilgisine ilişkin ise okuduğum konulardan özet çıkartıp yazmamı istedi. Sonuç mükemmeldi. İkinci yazılıda hem matematik hem hayat bilgisinden beş üzerinden beş almıştım. Benim iflah olmayacağımı düşünen öğretmen beni tahtaya kaldırıp sınıfa överek gözlerimden öptü. Bir anda çocukların tavrı değişti, saygı görmeye başlamıştım. Başarının getirileriyle tanıştım ve bir daha tüm öğrenim yaşamımda ders diye bir sorunum olmadı.

Kitabın kahramanı Gülali’ye bakalım:

“Necdet ile olan arkadaşlığım okul hayatıma ve derslerime de yansımıştı. Öğrenmeye ve ders çalışmaya da başlamıştım, Bazen bizim evde bazen Necdetlerde ders çalışır olmuştum. (…) Birinci döneminde karnedeki tüm dersleri zayıf olan ben, ikinci dönemde neredeyse teşekkür belgesi alacaktım. Öğretmenim yıl sonu konuşmasında şöyle diyordu benim için: ‘Ali arkadaşınız birinci dönem sınıfın en tembeli iken ikinci dönem ise bence sınıfın ve hatta okulun en başarılı öğrencisi oldu. Bu başarısı için onu tebrik ediyor ve alnından öpüyorum. Hepiniz Ali’nin bu azmini ve başarısını örnek almalısınız.’ Ben bir öğretmenin tüm sınıfın önünde bana yaptığı bu övgüyü bir generalin taşıdığı madalya gibi uzun zaman taşımıştım üzerimde.”

Yazın Ankara’dan köye dönmüştük. Bir sabah kalktığımda radyoda Hasan Mutlucan kahramanlık türküleri söylüyor, annem ise ağlıyordu. Şaşırmıştım ne olduğunu sordum, Kıbrıs’ta savaş çıktı dedi. Birkaç gün sonra eşekleriyle köye peynir yağ karşılığı destan satan adamlar geldi. Biz de o destanları okumaya başladık. Aklımda şu dörtlükler kalmış: “Paşam Suat Aktolga girdi oraya/Topladı orduyu girdi araya/Kahpe Yunanlı girsin sıraya/Türk’ün bayrağını dikin Kıbrıs’a.” “Kıbrıs’ın dağları ufacık taşlık/Çarşısı pahalı yetişmez haçlık/Kıbrıs dağlarında kaldım Kardeşler.”

Gülali ile aynı zamanın çocuğuyuz. “Gülali” benim yaşadığımı kitapta şöyle anlatıyor:

“Biz Ankara’dan köye giderken Kıbrıs Barış Harekatı başlamıştı. Bin dokuz yüz yetmiş dört yılının yazında Ankara’da ve Gınıli Murat’ın köyünde konuşulan tek şey Karaoğlan’dı. Her tarafta Bülent Ecevit’in fotoğrafları vardı. Köyde de aynı şey konuşuluyordu. O zaman köydeki belki tek radyoya sahip Wûse Mahmud’un evinin önünde, sesi sonuna kadar açılmış radyodan Türk askerinin Kıbrıs dağlarındaki kahramanlıkları anlatılıyordu. Köyden çocukları Kıbrıs’a askere gidenler bir yandan ağıtlar yakarken diğer yandan övünerek, böbürlenerek dinliyorlardı radyo haberlerini. Beşparmak Dağları’nda Türk askerlerinin ilerlemesi anlatılırken, Doktor Hasan oğlunun da orda olduğunu ve Yunan’a karşı nasıl savaştığını gururlanarak anlatıyordu etrafındakilere. (…) Artık her günümüz Kıbrıs olmuştu. Kıbrıs ile yatıp Kıbrıs ile kalkıyorduk.”

Kitapta bulduklarım sadece çocukluğum değil. Gençliğim, politikleşme sürecimde Gülali olarak karşımda duruyor. Kitap bir yandan benim çocukluğuma, ilk gençliğime denk gelen Gülali’yi anlatırken paralelinde Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında yaşanan Koçgiri isyanını da ele alıyor.

Kurtuluş Savaşı’nda yaşanan iç isyanlardan birisi olarak iki satırla okuyup geçtiğimiz olayların bir başka gözden izleyince şaşırıp kalıyorsunuz. İsyan sadece isyan değil, düşmanlaşan ocak kardeşliği, kirvelik, değerler sisteminin alt üst oluşu, tüm bunların acısını yaşayan, kendisiyle kavga eden, gelgitler yaşayan kanlı canlı insanlar demek olduğunu görüyorsunuz. Üstelik isyana katılanlar da Mustafa Kemal’i destekleyenler de yabancısı olmadığım, babamdan, amcalarımdan çocukluğumda duyduğum kişiler. Benim duyduklarım kuşkusuz Koçgiri’de yaşananlarla mukayese edilemez. Döneme ilişkin büyüklerimin anlattığı insanlar bölgesel bir isyanın parçası olmamışlardı. Ancak tek tek insanları ve bu insanların tutumlarını dikkate aldığında nerdeyse insanın sadece isimleri farklı diyesi geliyor. Mustafa Kemal’i destekleyen Halil Ağa’nın, Gınıli Paşa’nın yerine Sivas Kongresi’nin güvenliğini sağlayan Marşan Emir Bey desen, yıllarca o cepheden bu cepheye koşturan Nurbey desen, Mıd Abidin desen veya isyanı destekleyen Zalım Çavuş yerine Güççük Bekir, Deli Şükrü desen de olacak gibi.

Gülali’nin sırf Gülali olduğu için, sırf bu ülkenin bir bölgesinde doğduğu, sırf hakim inancın dışında bir inanca sahip olduğu için yaşadığı ezilmişliği iliklerimde hissettim. Üstelik kendisinin seçmediği, seçmesinin olanaklı olmadığı, ancak onun kişiliğinin parçası olan değerler sistemini korumak zorunda kalırken içine itildiği açmazları, bu açmazların ruhunda yarattığı fırtınaları duyumsadım. Gülali’den farklı olarak hakim dini inancın bir parçası olmanın konforunun ne anlama geldiğini bir kez daha kavradım.

Gülali kadar çetin geçmese de ben bu kitapta kendi serüvenimi, kendi duyduklarımı duyduğum, kendi hikayemle yüz yüze geldiğim için bu romanı çok sevdim. Romanın Yazarı Ali Gülçiçek’i tanımıyorum. Yaşadıklarımı yaşayan, duyduklarımı duyan bir insanla tanışmış oldum. Gülali’nin yaşadıklarının bir kısmını ben de yaşamışsam daha kim bilir ne Gülaliler var hikayelerinin yazılmasını bekleyen.

* Bir Aşiret İki Hikaye / Nevruz, Peri Yayınları, İstanbul, 2022

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa