Gezi’nin onuncu yılı vesilesiyle: Toprak, ülke ve özgürlük
Fotorğraf: Özcan Yaman
Tarihimizin en büyük kent ayaklanmasının onuncu yılındayız. Bir avuç çevrecinin bir parkı korumak için başlattığı bir direniş, onlara yönelen polis şiddetinin akabinde milyonlarca insanın sokağa dökülmesiyle sonuçlandı.
Polis şiddeti her zaman vardı Türkiye’de. Gezi öncesinde, topluma yabancı, ayrıcalıklı, hatta “hipi” olarak görülen çevrecilerin itibarlarının çok yüksek olduğu da söylenemez. O halde neden bu şiddet böyle büyük bir tepkiye yol açtı?
Bariz bir neden, o günlerde rejimin günden güne artan baskısı. “Bu zaten bir yerde patlayacaktı” diyebilirsiniz. Doğru ama, mesele buna indirgenemez.
Gezi Parkı bir ayna işlevi gördü. “Toplum” kendini gördü bu parkta.
“Park” nedir? Doğanın kentleşmiş hali. Erken modern dönemde dağın, taşın, ormanın oynadığı rolü, küresel 2009-2013 ayaklanmalarında parklar ve kent merkezindeki meydanlar oynadı. Şimdi bu iddiayı biraz açalım.
Bir toplumu tanımlayan iki şey vardır: Kökleri ve “Dışında kalanlar.” Bunlara toplumsallığın pozitif ve negatif momentleri diyebiliriz.
Kökler, toprağa ve tarihe bağlılık üzerinden kurulur. Milliyetçi, ulusçu, yurtsever hislerin olmazsa olmazıdır bunlar. Erken modern dönemde toprağın birleştirici gücü daha kırsal bir yerden kuruluyordu, çünkü nüfusun çoğu hâlâ kırdaydı. Geri kalanının da kırla arasında çok bir mesafe yoktu. Artık dağ, taş aynı kuvvetli hisleri yaratmıyor. Bu da bir köksüzlüğe yol açıyor.
Aşırı sağın bu köksüzlüğe karşı, tarihsel devamlılığa iyice asıldığına şahit oluyoruz. Fakat aynı aşırı sağ, toprağa karşı fazlasıyla saldırganlaşmış durumda. Bu da klasik faşistler kadar derin bir toplumsal-siyasi varlık kurmalarını engelleyen etmenler arasında.
Toplumun geri kalanı ise bir arayış içinde. Dağın, taşın aynı kuvvete sahip olmadığı bir dönemde, park geçici olarak da olsa toplumsal birliğin temeli oldu. Ancak “Bu daha başlangıç” deyip, toprakla çok daha derin bağlar kurmamız gerekiyor.
Gezi’nin başka bir boyutu da, toplumsallığın bu olumlu momentiyle (yani köklerle) olumsuz momentini (yani toplum düşmanlarına karşı nefreti) birleştirmesiydi. Ezen ulus milliyetçiliğinde, toplumun dışında kalanlar yabancılar, azınlıklar, göçmenler, devrimcilerdir. Bir yurtseverlik örneği olarak görebileceğimiz Gezi’de ise, birleştirici “öteki” toprağa (dolayısıyla vatana) saldıran Erdoğan oldu.
Birçok benzemezi bir araya getiren Erdoğan nefreti, zamanla “olumlu” ortak paydayı marjinalize etti. “Mesele iki ağaç değil” ifadesine yapılan vurgu, bu gidişatı iyice perçinledi.
Doğa ve halk düşmanlarına nefret, bazen bütünleştirici mucizeler yaratabilir. Fakat nefretin nesnesi, aynı zamanda halkın diğer yarısı için bir aşk nesnesiyse, o zaman işiniz zor! Gezi’nin kör noktası, rejimin temelindeki arzuyu, hegemonyayı es geçmesiydi. Hegemonik blok, sadece kişi putlaştırması üzerinden değil, bir tarih anlayışının -kitle örgütlenmesi aracılığıyla- bir kalkınma modeli ve emperyalist heveslerle harmanlanması üzerinden yürüyor. Sözkonusu kalkınma modeli ise, toprağın sonsuz yağması üzerine kurulu. Yağma, yakın tarihin en ağır travması olan depremi bile bir fırsata çeviriyor. Yeniden inşa bahanesiyle, vatan toprağından geri kalan karış karış satılıyor.
Kişilik kültü rejimin harçlarından biri. Evet, sarsılması gerekir. Ancak bir kişiyi tahtından indirme sevdasına saplanıp kalmak, kurulan hegemonyayı görmemizi engelliyor. Böyle olunca da, bırakın daha etkili bir hegemonyayı, rejime alternatif olacak bir cepheyi bile oluşturamıyoruz.
Deprem sonrasında yaşanan öz-örgütlenmeler yine bir “olumlu” momentin işaretleri. Madencisiyle, feminist ve meslek kuruluşlarıyla, Alevi dernekleriyle toplum yeniden kendini kuruyor. Ancak bu deneyimler genel bir çatı ve proje etrafında birleştirilemezse, Gezi’deki öz örgütlenmeler gibi dağınık kalırsa, vatana ve toprağa saldırı devam edecektir.
Erdoğan tekrar seçilirse şiddetlenerek devam eder yağma, rakibi seçilirse utangaçça.
Gezi’den ve depremden çıkarılacak ders... Parkları, denizleri, ormanlarıyla doğa, serbestçe kullanılacak bir “kaynak”lar bütünü değil, bizi biz yapan bir gerçekliktir. Eğer doğaya kâr odaklı yaklaşır, canımızın çektiği yere havaalanı, çürük ev ve AVM kurarsak, bunun bedeli on binlerce, yüz binlerce candır. Kapitalizmin can alıcı yağmasına karşı ayaklanmalar, yerel örgütlenmeler gerekli fakat yetersiz yöntemler maalesef. Toprağımızı düşmandan korumanın yolu, net bir alternatif kalkınma vizyonu olan, kitle örgütlenmelerine ve emeğe dayalı, geniş bir toplumsal-siyasi cephe kurmaktan geçer.
- Devlet ve riya 18 Ocak 2025 04:52
- Trump’ın ilk yenilgisi 04 Ocak 2025 06:20
- Göçmen karşıtı göçmenler 21 Aralık 2024 04:29
- Türk sağının Trump coşkusu 07 Aralık 2024 04:55
- Batı solunun açmazı 23 Kasım 2024 04:33
- İşçi sınıfına ihanetin bedeli 09 Kasım 2024 04:16
- Amerikan seçimlerini aşırı sağ kazandı 03 Kasım 2024 04:35
- Filistin, iklim değişikliği ve seçim olmayan seçim 26 Ekim 2024 04:45
- Amerikan aşırı sağı ne kadar örgütlü, ne kadar tehlikeli? 12 Ekim 2024 04:16
- "Kamyoncular", işçi sınıfı ve Amerikan seçimleri 28 Eylül 2024 05:10
- Türk-İslam tahakkümünün ve Netanyahu terörünün ortak kökenleri 14 Eylül 2024 04:51
- Dünyanın sonu mu geliyor? 31 Ağustos 2024 04:10