Gülün dikeni yeğ kaldı
Fotoğraf: Barış Abak/Flicr CC BY 2.0
Yarın 1 Mayıs.
Yeni bir döneme geçerken en büyük umutlardan biri de seneye Taksim’de bayram havasında kutlayabilmek. Hoparlör tek tek kortejleri anons edip hoş geldiniz diye karşılarken alkışlarla inletmek ortalığı, tokmağın davula vuruşu, defler, sloganlarla bir bayramı on binlerce insan bir arada kutlayabilmek.
Emek hakkını alabildiğinde bayram ancak bayram, söz ve eylem özgürleştiğinde, grev yasakları, OHAL’ler, haksız gözaltılar, polis şiddeti kalktığında bayram.
Yan yana olabildiğimizde bayram bize.
14. günde bir eşik geçeceğiz.
Ya geçeceğiz ya şarampole düşeceğiz.
Ömrümüzün 21 yılına mal olan, hayatlarımıza, kaynaklarımıza, mutfaklarımıza ambargo koyan bir iktidardan kurtulma sınavı vereceğiz.
Bu dönem bizden sevdiklerimizi aldı, ayırdı, defalarca çaresiz bıraktı. Bir şeyi savunmak için yan yana geldiğimizde bir başka hakkımıza çöktü ardımızdan, nereye bakacağımızı, hangi birini nasıl savunacağımızı şaşırdık.
Yetersizlik hissetmeye başladık, kendimize kızdık, hayatın manası kavga oldu, kavga yorucu, gün geldi yordu, bu fikre daha çok kızdık, birileri için hayat akmaya devam ettiği an onlara daha çok kızdık. Irmağın akışına kızdık. Azarlandıkça keskinleştik. Tehdide karşı birleşmek gerekiyordu. Seri tehdit dili hepimize sirayet etti, keskinleştik. Paslı çivilere döndük. Tahammül edilecek çıtayı aştı yalanın, azarın, hakaretin, gözümüze sokulan hırsızlığın, hissettiğimiz yoksulluk ve yoksunluğun boyutu. Tahammülü yekten kaybettik. Kimse bizi dinlemeyince biz de dinlemeyi unuttuk. Anlaşılmaktı istediğimiz artık anlatmaktan yorulduk, anlamaya da yerimiz kalmadı.
Kimse kendisini iyi hissetmiyordu uzun yıllardır, artık neredeyse kendimizi hissetmiyoruz. Seri saldırıya maruz bırakıldık, kitlesel ölümlerle sınandık, şiddet ve tehdit günlük hayatın ayrılmaz bir parçası oldu.
Psikoloji bilimi, travma kavramını 2 yüzyıl önce tanımlanmış, üzerine çalışmaya başlamış. Ama siyasi hareketler ve devlete egemen güçler tarafından engellenmiş. 19. yüzyılda birkaç kere kamusal bilince çıkmayı başarmış. Bunu başaranların yolu siyasi bir harekete katılmaktan geçmiş. Kilise karşıtı hareketle histeri, 1. Dünya Savaşı sonrası savaş karşıtı hareketle nevroz, ev içi cinsel ve fiziksel şiddete karşı yükselen feminist hareketle de travma kamusal alanda tartışılabilir, üzerine çalışma yapılabilir olmuş.
Politik psikoloji ise 20. yüzyılda Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, Frankfurt Okulu ve Maxwell Okulu çalışmaları sayesinde ortaya çıktı.
Neredeyse cumhuriyetle aynı yaşta bir bilim dalı. Siyasal davranışların psikolojik temellerini açıklamaya çalışır ve toplumların siyasal davranışlarının karmaşık bir zihinsel sürecin ürünü olduğunu savunur.
Rasyonellik üzerinden tartışılan siyasal ilişkiler, psikolojiden bağımsız ele alınamaz der.
George Lakof;
“Descartes’ın dönemine, yani 1600’lere gidince, aydınlanma fikriyatının ‘düşünceyi’ mantıklı, rasyonel ve bilinçli olarak kabul ettiğini görürüz. Bu demodedir. O zamandan beri öğrendik ki, düşüncelerimizin yüzde 98’i bilinçli değildir. Öyleyse, çerçevelerimiz, nasıl düşündüğümüzü ve konuştuğumuzu tanımlayan sinirsel devrelerdir. Metaforlardan, anlatılardan ve duygulardan oluşan kavramsal yapılardır ve beynin fiziksel bir bölümüdürler. Çerçevelemekten kaçınamayız. Esas soru insanların beyinlerindeki hangi çerçevelerin aktive edildiğidir” diyor.
Sonsuza giden bir yazı olmaması için özetlemeye çalışayım: Travmatik şekilde rasyonel davranıştan uzak giriyoruz bu seçime.
Bugün, kesinlikle inandırıcı olmayan resmi verilere göre elli binden fazla insanı kaybetmiş ve kalan sağlara bir teselli bile sunamamış bir memleketin, tarihinin en büyük ekonomik buhranının içindeyken çıkan anket sonuçları da bir gün bu bilimin ışığında elbet sırası gelip incelenecektir.
Adalet Bakanının toplumu şampanya içenler ve alnı secdeye değenler diye ayırdığı, İçişleri Bakanının demokratik seçimi bir darbe girişimi olarak lanse ettiği, Cumhurbaşkanının Millet İttifakının başına bir iş gelmesi ihtimalini cümle içinde geçirdiği bir ortamda, muhalefetin Meclis çoğunluğu ve ilk turda cumhurbaşkanlığı almasının hâlâ riskli göründüğü bir seçime giren toplumun üzerine çalışılması gerekir.
Tehditte yine el artıyor.
Sürekli sokaktaki mücadelenin içinde olan, en çok ötekileştirilen, söz ve yaşam hakkı en çok gasbedilen ülkenin ezilen kesimlerinin en güçlü şekliyle yan yana duramadığı, demir bir yumruk olamadığı, koca bir çığlığa, çığa dönüşmediği, hedefine giderken düz yürüyemediği, dikkatinin sürekli dağıldığı, odağını kaçırdığı bir haldeyiz.
Kim umardı?
Öte yandan altı benzemez, geçmiş dönem her birinin ezilen kesimler nezdinde yarattığı sonsuz hayal kırıklıklarına rağmen, uygun adıma geçmeyi başardı, el ele tutmayı da başardı. Yürüyorlar.
Zamanında onların da yaklaşımından yara almışlardan olarak, asıl dönüşüm gücünü, umudunu buraya havale etmenin, başaramadığımızı başardıklarını görmenin kederi ile seçim zaferine olan heyecanım artık çağıldamıyor. Bu zaferin kurucusu değil yan unsuru olma hissi ağır.
Bu satırları yazmadan önceki gün, kadın politikaları konuşulan ve siyasi partilerin genel başkan yardımcıları, vekil adayları, il başkanları düzeyinde temsil edildiği, tamamı kadın konuşmacılardan oluşan bir oturumun moderasyonu görevini yapmıştım. Karşıt fikirlerimizi uyum içinde tartışabilmenin mümkün olduğunu gördüm. İdeolojik olarak tamamen karşıtım bir insanın dilinden “Ben yanlış ifade ettim diye düşünüyorum” cümlesini duydum ve kıymet verdim. Ortak bir paydaya erişebilmek için ortak dert üzerine odaklanmanın çözüme katkısını gördüm. Kadının sözüne kıymeti en çok bir başka kadın veriyor. Birinin bizi anlamaya çalışması güzel hismiş.
Geçtiğimiz perşembe, ayda bir yapılan, katıldığım tüm online çalışmalar üzerinde en sistemli yöntemi uygulayarak en hızlı çıktıya ulaştığını düşündüğüm Politikada İyilik Hali toplantısındaydım.
Konu; hepimiz için bir terapiye dönüştü. Çalışmanın başlığı “Yoldaşça Eleştiri” idi.
Kapsamı şöyleydi:
*Yoldaşlık ne demektir?
*Yoldaşlarımızı eleştirmekle hasımlarımızı eleştirmek arasında bir fark var mı? Olmalı mı? Nasıl?
*Eleştirinin işlevi, katkısı ne olmalıdır?
*Yüz yüze yürütülen tartışmalarla, sanal ortamda yürütülen tartışmalar arasında nasıl bir fark var?
*Öz eleştirinin işlevi nedir?
*Eleştiri yapabilmeyi ve eleştiri alabilmeyi güçlendirici hale getiren ve ortak sorumluluğu çağıran örgütsel mekanizmalar neler olabilir?
Çıktıları yakında paylaşılacaktır. Doğru soru, yanıt aratırken çözüm de bulduruyor.
Bu seçim sonucu bir hezimet yaşarsak, mücadelede iyice ayrışacağımızdan sonsuz endişeliyim. Sağlık emekçileri ve diğer bakım veren mesleklerde ağırlıklı görülen “merhamet yorgunluğu” kavramı benzerinin, her ne kadar ömür vakfetseniz de kendinizi ondan başka kavramla tanımlayamaz hale gelseniz de tüm emeğinizi verdiğiniz mücadelenin ya da yoldaşlarınızın bir günde sizi yok hükmüne düşürmesinin, derin hayal kırıklıklarına uğratmasının da psikolojide bir karşılığının bulunacağını düşünüyorum.
Bu sürekli kırılmaların etki alanının çok geniş olacağından, bu kendini anlatma çabasının mücadeleden çaldığı rol yüzünden çok sayıda insanın daha göçebileceğinden, artık adliye koridorlarında bekleyenlerin azalacağından, meydanların daha da yalnızlaşacağından korkuyorum.
Kendi mahallemiz gördüğümüz yerde camımızın taşlanma korkusuyla yaşamak zor. Sileceğimizi kıran komşu çıkıyor.
Gördüğümden duyduğumdan hayretler içinde kalıyorum. İktidar dili üzerimize sinmiş gibi. Dün yere çaldığımızı bugün gözlerimizin aradığı uzun zamanlar geçirdik. Gelen gideni arattı, bazen gidenin yerine gelen de olmadı.
Şu kanlı zalimin ettiği işlerGarip bülbül gibi zaralar beniYağmur gibi yağar başıma taşlarDostun bir tek gülü yaralar beni.
Gülün dikeni, derin yaralar içinde yeğ kaldı.
Kendi adıma kolum kanadım çok kırıldı, yedi düşer sekiz kalkarız dedim ama artık bu sayı, yeni bir hezimet karşısında herkes için sonsuza gider mi emin değilim.
İçişleri Bakanı bizi tehdit etti, Kürtler başta olmak üzere muhalefetin her kanadı üzerinde siyasi faaliyet sahada, ekranda yasaklanıyor, seçim araçları saldırıya uğruyor, ev baskınları, gözaltılar, tutuklamalar, fişek gibi girilmiş son iki hafta, böğrümüze kızgın demirler saplana saplana.
Yarın 1 Mayıs, bir kez daha hep beraber yürüyeceğiz.
Umudu havale ettiklerimizin çoğu bu alana çıkmıyor bile.
Hep birlikte yürünmüş nice yolları hatırda tutarak meydanlara sağlam basmak ve doldurmak umuduyla,
Yaşasın 1 Mayıs
Biji Yek Gulan
Âşe Mayû Vâhid
- Merhaba yeni sene, mutluluk hangi seneye? 04 Ocak 2025 06:30
- Öngörü, strateji ve bir film üzerine 28 Aralık 2024 04:50
- Uyanık tutan sorular 21 Aralık 2024 05:15
- Kara kış 14 Aralık 2024 04:45
- Karar üzerine tartışma 07 Aralık 2024 06:25
- İçimdeki taziye çadırı 30 Kasım 2024 06:10
- Had aşımı 23 Kasım 2024 05:04
- Kitap-defter açık sınav 16 Kasım 2024 04:47
- Soru 09 Kasım 2024 04:19
- Bi'şey 02 Kasım 2024 04:47
- Bazı huylarımız iyi değil... 26 Ekim 2024 04:25
- El artırmak üzerine 19 Ekim 2024 04:24