Sistem narkozu

Fotoğraf: DHA
Bir genel seçim ertesinde toplumun bölünmüş olduğunu gördük. Bu bölünme ileri ülkelerde olduğu gibi aynı ideolojideki farklılıklar arasındaki bölünme değil. Bu bölünme demokratlar ve cumhuriyetçiler arasındaki bölünme değil. Böylesi bölünmeler ülke için zararlı ve ürkütücü olmayan böylesi bölünmeler ekonomileri ileri olan ve çevre ülkeleri emperyalist baskıya alan ülkelerde olur.
Peki, biz nasıl bölündük ve niçin öyle bölündük? Aslında bizim bölünmemiz genel seçim ertesinde oluşmuş yeni bir durum değil. Bu bölünme işini AKP iktidarının hemen hemen başından beri, giderek yükselen tempoda hissediyor, dilimize dolanmış şekilde dillendiriyorduk. Ancak genel seçim toplum gerçekten fark edilir ve uzlaşmaz şekilde bölünmüş olduğunu net bir şekilde gösterdi. İşte bugün, siz değerli okurlarla bu meseleyi şöyle bir tartışalım istedim. Bu tartışmamızı bazı ara sorularla sürdüreceğiz. Hadi bakalım, başlayalım, yolumuz açık olsun!
Acaba Türkiye’yi hangi eksen ya da eksenler üzerinden bölmeye çalıştılar? Birinci soru çalıştığımız yerden geldi; halkımızı dincilik-gericilik üzerinden bölünmeye taşıdılar. Lütfen dikkat buyuralım: Bu bölünme dindarlık ve samimiyet üzerinden değil, dincilik üzerinden bu işi yaptılar. Çünkü samimi ve gerçek İslam dünyası da gerçek Hristiyanlık dünyası da (örneğin, John Locke) insana ve insan emeğine saygılı ve emperyalizme karşıdır. Onun için felsefi anlamıyla din kullanılmadı, dincilik gibi işi şekle döken, her türlü yalan ve talanla, ayanı zamanda halkı aldatırcasına alnının nereye değdiği ile ilgili sahte düşünceye döktü. Bu davranışın samimi dinle bir ilgisi yoktur, olamaz da!
Peki, toplum dincilik üzerinden bölünecekse, bunun çavuşunun da bu meşrepten olması gerekmez mi? Doğru, Feto ile iş birliği bunun en net anlatımı değil mi? Sosyal yardımcılar olarak da ticaret ve siyasetle içiçe geçmiş tarikatlar destek işlevine soyunduruldular. Alfabemizi hatırlayalım: “Uyu Kaya, uyu. Yat, yat uyu!” Oysa halka giydirilen gerçek din olmuş olsa idi, alın ile secde arasında sahte ilişki kurulmaz, bu ilişkinin şu veciz ifadelerle bağlantısına kulak verilirdi: “Hiç akıl etmez misiniz, hiç düşünmez misiniz” ya da “Alimin uykusu, cahilin ibadetinden evladır” özdeyişleri devrede olurdu. Din bir şekil değil, felsefi yaklaşımla sorgulayıcıdır. Tüm toplumu sorgulayıcı aydınlıktan itaat edici karanlığa sürüklemek için de ezberci-skolastik eğitim sistemine yönelmek, bunun için de toplumu ezberci eğitimi destekleyici imam hatipleştirme yoluna sokmak gerekiyordu. Neden bütün bu çabalar, neyin uğruna? Toplumun beyinsel dokusunu dumura uğratmak için.
Toplumu böldük, uyuttuk, şimdi de bu görevleri yerine getirecek kadroya ihtiyaç vardı. Bu kadroyu güçlü bir sosyal damar üzerinden oluşturmak kaçınılmazdı. O damar Türk-İslam damarıdır. Bu ikili damar olduğu gibi kullanılabilir mi? Hayır! Hatta bu iki damar felsefi yönü ile devreye sokulursa, değil emperyalizmi, soyguncu kapitalizme bile karşı çıkar. O zaman, bu damar üzerinde de dönüştürücü bir ameliyat gereklidir. O da yapıldı; tüm siyasilerde görüldüğü üzere her türlü yalan-dolan mubah, emanete ihanet mubah, insana zulüm mubah, yeter ki görevlinin mübarek(!) alnının nerede olduğu görülsün! Oysa dinlerin görevi Yaratıcıya hizmet ederken aslında insanlar arasında nizam ve hukuku sağlamak ise mesele ahlak meselesidir: Din ve ahlak da insana saygılı olma: Yalan söylememe: Emanete ihanet etmeme, devlet malına göz koymama esaslarına dayanır. Bu esaslar hiçbir gerekçe ile ihlal edilemez! Peki, bu evrensel ahlak kuralları ihlal edildi mi? Hem de nasıl ihlal, bir müşahide dahi gerek kalmadan, rekorlar kitabının ilk bölümünü oluşturacak şekilde ihlal edildi.
Peki, toplum bölündü, beyni dumura uğratıldı, başına da sözde siyasi görüntülü bir görevli getirildi(!) ise niçin bütün bunlar? Çünkü merkez kapitalist ülkelerin refah düzeyinin korunabilmesi için sömürücü kapitalizmin yaygınlaştırılarak, çevre ülkelerin sömürülüp zenginliklerinin merkez ülkelere aktarılması gerekmektedir. Bu aktarım, Kaz Dağlarının soyularak altınlarının Kanada’ya götürülmesinden tutun da PETKİM gibi değerli ve stratejik kuruluşlarınızın, halkın birikimlerinin yereli ve yabancı sermayeye yok pahasına devredilmesine kadar satıp-savma işlemlerini kapsar. Bu aktarım, yerli ve milli aldatmaca söylemleri arkasında merkezin çevre ülkelere devrettiği imalat işlerini halka yutturmaya varıncaya dek aklımıza gelebilecek, hatta gelemeyecek tüm kaynakların açık veya örtülü şekilde soyulmasını kapsar. Ülkenin Doğu ve Güneydoğu Bölgesi’nde en temel hizmetler aksarken, deprem bölgesi ülkemizde sağlıklı meskenlere sahip olamadığımız halde, şimdilik gereksiz yerlere havalimanı ya da devasa köprüler bal üretip parmağı yalamak için mi yoksa gerçekten kaderde kıvançta bir ülke yaratma amacına mı yöneliktir?
İşte son genel seçim ve gelecek hafta yapılacak seçim, halkımızı rahatsız edecek, hatta yerinden yurdundan kovacak kadar ülkeyi yabancılara açan, ülkenin kaynaklarını emperyalistlerin ucuz fiyata kapatmasına rıza gösteren, gözümüzü boyayan altyapılar yoluyla torunlarımıza kadar halkımızı borçlandıran bir siyasi anlayış ve yapı karşısında, ülkeye ve halkımıza sahip çıkan bir siyasi yapımın mücadelesi idi. Mücadele bu aşama ile sınırlı değildir. Fakat bu mücadelede kazanılırsa, halkımızın bu kalkışı emperyalisti korkutacak, halkımızın önünü açacak ve asıl mücadelenin taşlarını döşeyecektir.
Arkasına emperyalisti alanı mı, yoksa halkına dayanana mı destek vermeliyiz ya da emperyalisti mi, yoksa halkımızı mı sevindirmeliyiz? Evet, zor bir seçim fakat kapitalizmin ve emperyalizmin bizi sürüklediği aldatıcı rehavete kapılmamaktır hem kendimiz hem de gelecek nesillerimize olan borcumuz. Halkımızın ülkemizi ve geleceğimizi kurtaracak zor kararı vereceğine inanıyorum. Zira 19 Mayıslar, 23 Nisanlar, Çanakkaleler, Sakaryalar boş yere mi yapıldı, onların da bizde hakları yok mu? Biz üzerimizdeki bu hakkı yerine getirerek hem bugünümüzü hem de gelecek nesilleri emperyalist canavarın ve onun iş birlikçilerinin elinden kurtarmak bizim bugünkü görevimiz değil mi?
Evrensel'i Takip Et