Bu işlemde akıldan eser var mı?

Ekran görüntüsü, 'Can Candan' Vimeo hesabının "Barış için Akademisyenler Basın Açıklaması 2018-12-21 Çağlayan Adliyesi" başlıklı videosundan alınmıştır.
Bundan yedi yıl önce bazı akademisyenler barış bildirisi olarak bilinen fevkalade masum bir bildiriye imza atarak, hükümetin terörle mücadelesinde vatandaşların ülke ile bağlarının zayıflatılmaması gerektiğini akademik bir dille ilgililere ve topluma yansıtmak istemişti. Aynen Gezi protestolarında olduğu gibi, bu süreç de derhal şiddetle karşılık görmüş ve kanun hükmünde kararname ile yüzlerce elemanın akademiden ilişkisi kesilmişti. Uzun süreler boyunca yargı işgal edilmiş, uzun ve enerji tüketici anlamsız mücadele ve üzüntülerden sonra, Anayasa Mahkemesi bir oyla akademisyenlerin davranışını ifade özgürlüğü olarak karara bağlayarak, bu kadar üzüntü ve kamu organları işgal edildikten sonra bir de vergi gelirlerinden tazminatlar ödendi. Zaman içinde biraz yavaş olmakla beraber, belki de seçimin hikmeti olsa gerek, hemen hemen tüm akademisyenler, tazminatlarını alarak kuruma dönmeye başlamış bulunmaktadır.
Şimdi, şöyle bir düşünelim: İhraç -tedirgin bekleme- yargının anlamsız işgali ve nihai aşamada da tazminat! Şimdi soruyorum: Böylesi anlamsız sürecin sizce bir anlamı var mı; yargının işgali kamu kaynaklarının israfı değil de nedir; bütçeden ödenen tazminatlar kimin anlamsız görev anlayışı ya da kininin topluma yıktığı yüküdür; topluma böylesi anlamsız süreçlerle yük yıkmanın gerekçesi ne olabilir? Böylesi haksız ve hukuksuz işlemlerin tazminatını devlet mi, yoksa bu anlamsız süreci yaratan siyasiler ve/veya yöneticiler mi ceplerinden ödemelidir! Hukukun ve bazı kurumsal yetkilerin araçsallaştırılmasının çok acı bir örneği olarak tarih sahnesine geçecek olan bu durumun ve belki de buna benzer yüzlercesinin hukuk ve adalet bağlamında akılla açıklanabilir bir anlamını görebiliyor musunuz, değer okurların?
Sürecin bir de akademiye verilen zarar boyutu vardır. Bir akademisyen onlarca yılda edindiği bilgiyi işleye işleye ancak gerçek öğrenmiş ve hazmetmiş olma aşamasına ulaşır. Siyasetçiler de dönemlerini çıraklık ve ustalık diye tasnif etmediler mi! Öyle anlaşılıyor ki, siyasetçinin çıraklıktan ustalığa terfii, hükümet aşamasında veri hukuk sisteminde yönetimle yetinmeyip, bizzat kendi hukukunu inşa amacıyla devlet kademesine sıçramak olarak algılanmaktadır. Siyaset sahnesindekinden farklı olarak, akademide çıraklık ve ustalık dönemleri olgunlaşarak, topluma daha yararlı olmayı ifade eder. Yıllarca olgunlaşma aşamasındaki akademisyenin akademiden ihracı toplumun aleyhine, fakat siyasetin lehinedir. Siyaset, toplumsal yararı gözetmeden, hatta tam da toplum aleyhine, kamusal alanda yargıyı, sosyal alanda da medya ve sair toplumla etkileşim araçlarını siyasi çıkarlarla yönetip, şekillendirirken bunlar arasında güçlü bir kurum olan akademi devre dışı kalamazdı, kalmadı da! Ne var ki, akademi üzerinde oynanan böylesi habis siyaset salt anlık ve kurum alanında hasar yapmakla kalmamakta, gençlerin ve toplumun geleceğini karartarak, tüm toplumun geleceğini karartır. Kim bilir, belki de siyasiler açısından karanlıkta icra edilen karanlık siyaseti, toplumsal yarar gözetilmeden siyasi rant sağlamak amacına yöneliktir.
KHK mağduru, daha doğrusu siyasi kin mağduru arkadaşlarımız akademiye döndü, dönüyor ve tazminatlarını da alıyor. Peki, şimdi soralım: kim, neyi, neyin pahasına kazandı? Bence, hiçbir taraf hiçbir şey kazanmadı, tam tersi kaybetti. Bu operasyonu başlatanlar, emir kulu olarak görev ifa edenler bir şey kazanmadı, fakat toplum çok şey kaybetti. Zanneder misiniz ki, akademik yaşamdan yedi yıl gibi uzun süre uzaklaştırılan bir akademisyen, vazifeye döndüğünde bırakıldığı yerden başlayacaktır! Kesinlikle, hayır, bu olanaklı değildir! Bundan dolayıdır ki, gençlerimiz yurt dışına gitmekte, ülkemiz akademiden yoksun salt insan yığını olarak kalmaktadır. Bir ülkenin beyin kapasitesi, insan sayısı ile değil, akademik gücü ile orantılıdır. Bir toplumda anlamsız ve topluma zararlı siyasetin uzun süre yaşamı ise güçlü akademiden yoksun salt insan kapasitesi ile orantılıdır.
Akademi ve aydın çevreler halkın yanındadır, fakat siyasetle barışık değildirler, olamazlar da. Akademi ve gerçek aydın çevrelerin halkla barışık olmaları ise siyasetin aleyhinedir. Hal böyle olunca, siyasetin habis manevrası akademiyi kriminalize etmek ve halkla ilişkisini kesmek amaç olmaktadır. Bu süreç, maalesef toplumsal yaşamımızda defalarca görülmüştür.
Akademi ile ilişkisi kesilen dostlarımızın yuvaya dönmesi dolayısıyla yaptığım bu girişi, bazı kısa ifadelerle son seçimlerle ilgili görüşlerimle bitirmek istiyorum. Seçime giderken politikacıların, sonucu yorumlarken de eleştirmenlerin, yazar ve çizerlerin tavrı ne etik davranış dokları ile ne de akıl parıltısı ile uyumlu görülebilir. Gerçi seçimler daima bir miktar toz bulutu ve hamaset üzerinde kuruludur, ancak, doğrusu bu kadarını sadece siyasilere bağlamanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Propagandalarda anlamlı içerik ve olgulardan çok gereksiz şiddete ve hiçbir gerekçe ile açıklanamayan ahlak dışı sahteciliğe prim veren siyasi propaganda mantığı kadar, sosyal desteklerin vatandaşlık hakkı olarak değil de, parti desteği olarak verilmesini içine sindiren toplumsal anlayışı da kınamadan edemem. Böyle bir toplum cemiyet düzeyine henüz yükselememiş olup, cemaat düzeyinde kalmış demektir. Belki de “Bal tutan, parmağını yalar”, “Devlet malı deniz, yemeyen domuz”, “Bedava sirke baldan tatlıdır” ve bunlara benzer daha birçok çirkin, fakat özüyle de çok şey ifade eden ifadeler lügatimize her halde havadan düşmedi! Bazen Allah’ın avukatlığına soyunarak, bazen habasete, bazen de felsefesinden soyutlanmış şekilci dinciliğe sığınarak yaptığımız siyasi ve yönetsel yanlışları meşrulaştıramayız. Siyasetin bağımsız akademiye, yansız adalet organlarına, bağımsız medya organlarına düşman olmasının toplumsal yarar açısından açıklanabilir bir yanı bulunamaz. Şiddeti ve kini onaylayan bir millet, zaman içinde kendi akademisini, hukuk sistemi ve adaletini tahrip ederek, bizzat kendisini nefret havuzunda boğar.
Evrensel'i Takip Et