04 Haziran 2023 04:55

Çöl Marmara’da yağmur sesi

Marmara Gölü

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

PAZAR
Paylaş

Çok da uzak değil, yakın bir geçmişe kadar bürokrasinin önemli bir görevinde iken emekli olan arkadaşım, oturduğu koltukta iyice kaykılıp kafasını arkasına dayadı. Bu haliyle gırtlağının iri ademelması daha bir ileri fırlamıştı. Kısık gözlerle başının üzerinde hızla hareket eden bulutları süzdü bir süre. Elindeki kadehi sehpaya koyup kapüşonlu kabanının yakasını kaldırdı, fermuarını biraz daha yukarı çekti. Seyrek saçlarını örten şapkasının ipini sıkıladı.

Serin ama rüzgarsız bir havada bulutlar şaşırtıcı bir hızla batıya doğru sürükleniyordu. Belki de bulunduğumuz yer fazla rüzgar tutmuyor, yukarılarda ise fırtınalar esiyordu. Yarım saat öncesine kadar yakıcı öğle güneşinin alnında tembelce dolanan beyaz bulutlar yerini daha koyu gri olanlara bırakmış, üzüm asmalarının sıra sıra uzayıp birleştiği ufukta hayal meyal görünen dağların üzerindeki gökyüzünü siyah bir perde kaplamıştı.

“Yağmur geliyor” dedi, arkadaşım.

Arkadaşımın adını söylemek istemiyorum size. Bir dönem devlet bürokrasinde önemli bir mevkii de olduğunu söylemiştim zaten. Bu gizlilik onun bu yazıda da vereceği bazı bilgilerin kaynağını gizleme çabamdandır. O bilgiler arkadaşım şimdi emekli olmasına rağmen bir şekilde ulaşıyor bize ve dolayısıyla size kadar.

Eskiden göl olan Marmara çölünü(!) yukarıdan gören bir tepeciğin üzerinde, hafif ticari olarak geçen arabamızı yanaştırmış, katlanınca yuvarlak bir rulo kadar kalan küçük sehpamızı ve yine katlanır sandalyelerimizi açıp üzerine kurulmuştuk. Sehpanın üzerinde bu yörenin meşhur kuru üzümleri, ceviz içi ve keçi peyniri dolu plastik piknik tabakları vardı. Sehpanın ayaklarının dibine ise bir litre kırmızı şarabı kuzu gibi yaslamıştık. Bir yandan sohbet ediyor, bir yandan da bu nefis çerez ve peynirler eşliğinde şarabımızı yudumluyorduk.

Tepemizdeki bulutların telaşla batıya kaçışını ve kalın bir siyah sis tabakası ile kaplı uzak dağlardan gelen yağmur serinliğini ölçüp biçtikten sonra benim sehpayı aracın içine taşıma önerime “Telaş etme, gelip geçici bu yağmur, bir iki ıslatır kurak toprakları, sonra geçer gider” dedi.

Yine de aracın bagaj kapağını kaldırıp sehpamızı bu küçük korunaklı alanın altına çekmeme itiraz etmedi.

İki üç tane ceviz içini kıtır kıtır yerken, yağmur bulutlarını görmeden önce anlatmaya başladığı bulunduğumuz tepeye gelme hikayemize döndü yeniden.

“Bu güzelim gölü nasıl kuruttular, niye kıydılar daha önce anlatmıştım sana. Buna dair onlarca belge geldi geçti elimden. Her biri bir ihanet belgesi olarak çerçeveletip geleceğe taşınmalı. Sadece ülke insanına değil doğaya ihanetin belgeleri bunlar” dedi.

“İzmir’in damı” denilen Efemçukuru’da yapılan altın madenine kadar uzanıyordu hikayenin bir ucu. Tam da madenin olduğu bölgeye yapımı planlanan Çamlı Barajının siyasi iktidar tarafından nasıl engellendiği ve 12 yıldır faaliyette olan madenin sularda yarattığı kirlilikle ilgili birçok belge göndermişti bana. Bunlar sayesinde onlarca, belki de yüzlerce haber, TV-radyo programı yapmıştım.

Kadehinden bir yudum daha içmek için sustu arkadaşım. O arada küçük sehpanın köşesine koyduğu telefondan bir türkü açtı. “Her dinledikçe bu gölü anımsatan bir türkü dinleteyim sana” diye önüme itti telefonu.

Bozkırdan bir türkü idi, Kırşehir civarlarından sanırım. Genç, karayağız bir adam söylüyordu;

Susuz göllerde de balık avlanmaz/Ciğer yanmayınca gözler ağlamaz…

Daldı gitti önümüzdeki puslu boşluğa. Fısıltı gibi titrekçe çıkıyordu sözler ağzından;

“Sonrası vefasızlıktan bahsediyor türkünün. Sevgilinin vefasızlığından. Bizim bu doğaya, bu güzelim coğrafyaya yaptığımız vefasızlığı hiçbir canlı diğerine yapmamıştır, inan” dedi.

“Önümüzde şimdi koca bir boşluk halinde uzanan Marmara Gölü’ne vefasızlık ettik biz. Gölün balığına, kuşuna, kayığına… Suyun aynasında kendisini seyreden turnalara, tepemizde dolanan şu buluta vefasızlık ettik. Bizi hangi tanrı affeder? Affeder mi, onu bilemem ama doğanın affetmeyeceği gün gibi ortada. Aslında kendi ektiğimizi biçtik ve gölle birlikte geleceğimizi de kuruttuk” dedi, dalgınca.

Kadehinden iri bir yudum alıp ağzında uzunca bir zaman tuttuktan sonra yuttu. Devam etti konuşmasına;

“O kadar acı bir öyküsü vardır ki Marmara Gölü’nün. Şimdi, Kordon’da güneşe karşı rakısına soğuk su katan orta sınıf birine ya da Bornova ikinci sanayide tamir ettiği arabadan eline bulaşan yağı arıtmak için bol sabunla çeşmenin altında elini yüzünü yıkayan tamirciye oturup o suyun öyküsünü anlatsak, inan ikisi de ağlar”.

Parmaklarını kalem tutuyormuş gibi yapıp önündeki hayali bir kağıdın üzerine çizik attı;

“Altın madeni için barajı sildiler bir kalemde. ‘Size Gördes Barajından su vereceğiz’ dediler. Protokol imzalattılar belediyeye. Sonra barajın dolması için göle akan bütün derelerin yollarını değiştirip baraja yönlendirdiler. Göl kurudu ama baraj dolmadı çünkü dibi delikmiş! Şu saate kadar Gördes Barajından tek damla su akıtılmadı İzmirlinin musluğuna”.

Lafını kestim burada arkadaşımın. “Dur bir soluk al birader. Hele doldur şunu, örümcek bağladık” diye önüne ittim boşalan kadehimi.

Güldü, sakinledi biraz. Derin bir nefes aldı hakikaten. Bıraksam saatlerce anlatacak. Bu arada tek tük damlalar vurmaya başladı tepemizdeki bagaj kapısının üzerine. Kadehe kızıl şarabı ağır ağır boşaltırken,

“Dur şu  rakamları vereyim sana da, anlattıklarım ete kemiğe bürünsün. Böyle söyleyince kuru politik eleştiri gibi algılanıyor çoğunlukla” dedi.

“Gördes Barajı İzmir’in içme suyunu karşılamak için yapıldı, 120 milyon metreküp kapasitesi olacaktı. Barajdan İzmir’e tek damla su gelmediğini söylemiştim. Hal böyle olunca baraj için harcanan milyonlarca liranın yanı sıra bu barajdan gelecek suyun arıtılması için 400 milyon liraya yapılan arıtma tesisi de atıl durumda kaldı. Kente içme suyunu sağlamak için yer altındaki su rezervlerinden, yani çocuklarımızın emanetinden su çekmek zorunda kaldık. Bu suyu çekmek için de yılda 15 milyon TL elektrik faturası ödüyoruz!..

Son bir şey daha söyleyip bitireceğim bu tatsız konuyu; biz barajdan tek damla su alamadık ama yaptığımız protokol gereği şu ana kadar baraj için 25.5 milyon TL ödedik DSİ’ye. Alamadığımız suyun İZSU’ya maliyeti 40 milyon lirayı aşmış durumda…”

Anlattığı şeylerden mi, havada uçuşan milyon liralardan mı, içtiğimiz şaraptan mı bilemedim ama fena başım döndü. Elimi kaldırıp susturdum arkadaşı. O da zaten son sözlerinden sonra tükenmiş gibi derin bir nefes verip gövdesini bıraktı oturduğu koltuğa.

Üstümüzdeki bagaj kapağını hırsla döven yağmurun iri damlalarını sünger gibi emse de göl toprağı bir parmak bile su tutmayacaktı, biliyorduk. Göl Marmara’ya yağan yağmurun sesinde aslında kendi hüzünlü öykümüzü dinliyorduk.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa