Sokağa çıkmanın, mahalleye gitmenin toplumsal hafızası

Fotoğraf: ryanne lai/Wikimedia Commons (CC BY 2.0)
Haziran başında benim için kişisel bir anlam ifade eden iki ayrı toplumsal hareketin yıl dönümü var: 1989 Tiananmen Katliamı ve Gezi hareketi. 1989’da elbette Pekin’de değildim, ama televizyonda elinde alışveriş torbasıyla tankları durduran adamı izlediğimi hiç unutmadım, sonrasında o meydanda bulunmuş olanlarla tanıştım, o meydanda olamayacak kadar genç ama meydanın hatırasını yaşatmaya çalışanlara yoldaşlık ettim. O yüzden, her yıl Tiananmen nasıl anılacak diye hüzünlü bir telaşla beklerim. Hüzünlü çünkü yıllar içerisinde Tiananmen’in Çin’in içinde anılamaz hale gelişine tanık oldum. Anma toplantıları engellendikçe bireysel olarak yakılan beyaz mumlara, beyaz mumu tutanlar gözaltına alındıkça “35 Mayıs” gibi 4 Haziran’a dolaylı yoldan işaret eden sosyal medya etiketlerine azalan bir toplumsal alan artık bugün neredeyse tamamen yok olmuş durumda. Üstelik, genç kuşaklar Tiananmen’i ve tankların önünde duran adamı hatırlamıyor belki de. Geçen yıl, online satış yapan bir influencer, rakiplerinin kariyerini bitirmek için canlı yayında önüne koyduğu tank şeklindeki pastanın siyasi sembolizmini anlamadı bile. Bu yıl, Tiananmen’i sadece Çinli diyaspora ve Tayvanlılar özgürce anabiliyor gibi görünüyor. Hong Kong’un 2014’teki Şemsiye Hareketi’nden beri sürdürdüğü siyasal özgürlükler mücadelesi 2020 yılında çıkarılan Ulusal Güvenlik Yasası’ndan sonra kaybedilmiş gibi görünüyor. Tiannamen’i anmak, Hong Kong’da Pekin hükümetine muhalefetin önemli bir sembolü. Bu yıl, elinde yanmayan bir beyaz mum tutanlar, 35 Mayıs adlı tiyatro oyununun metnini elinde taşıyanlar, hatta elinde sadece bir demet çiçek taşıyanlar bile gözaltına alındı.
Tiananmen’in anılmasına hiçbir şekilde izin verilmemesi, bu toplumsal hareketin tüm boyutlarıyla tartışılmasına ve günümüz siyasi koşulları bağlamında yeniden değerlendirilmesine de engel oluyor. Örneğin, bu yıl, Tiananmen’in bir kentli genç ve öğrenci hareketi olarak hatırlanmasına karşı bir tartışma başladı. Tiananmen’in sadece bir öğrenci hareketi olmadığı, işçilerin de meydanda olduğu elbette daha önce de belgelenmişti. Ancak, daha önceki anlatılar, öğrenci ve işçilerin iş birliği içinde olduğu yönündeydi. Bu yılki tartışma, öğrencilerin ve kentli gençlerin hareketi sahiplendiğine ve aslında kendilerinden daha örgütlü ve deneyimli olan işçi hareketini karar alma süreçlerinden dışlamaya çalıştığına işaret ediyor. Kentli orta sınıfları temsil eden gençlerin ve mavi yakalı işçilerin arasındaki bu ayrışmanın, hareketin bastırılmasından sonra toplumsal örgütlülüğü kırmak için devlet tarafından kullanıldığı belirtiliyor. ’90’lardan itibaren üniversite öğrencileri için orta sınıflaşmanın yolu açılırken işçiler güvencesiz istihdam politikaları, sendikasızlaşma ve özelleştirmelerle hem fakirleştirildiler, hem örgütlülükleri kırıldı.
Bugün, üniversite mezunları da kendilerine vadedilen orta sınıf yaşamı yerine güvencesiz işlerde İş Kanunu’na aykırı koşullarda çalışmak zorundalar. Beyaz yakalıların da kentli yoksullara katıldığı Çin’de, üniversite öğrencilerinin bir kısmı mavi yakalı işçilere yeniden ulaşmak gerektiğini aslında 2000’lerden beri anlamıştı. Devlet de tehlikenin farkında olmalı ki, fabrikalardaki sarı sendikaların dışında örgütlenmeye çalışan işçi komitelerine ulaşan Marksist öğrenci topluluklarının üyeleri 2010’lu yıllarda sistematik bir şekilde gözaltına alınmaya başladı.
Çinli üniversite öğrencilerinin fabrikalara gitmesi bana Gezi sırasında ve sonrasında yapılan tartışmaları hatırlatıyor. 2013 baharında dersimde Tiananmen’i öğrenen ODTÜ öğrencileri dönem bitmeden Gezi direnişi sırasında Ankara sokaklarında gözaltına alınmışlardı. Yıllar sonra hâlâ tankların önündeki adamı hatırladıklarını söylerler. Benim Gezi sırasındaki anılarımdan en çok düşündüreni ise her gaz yiyip dağıldığımızda Kızılay Meydanı’ndakilerin birbirine ‘Dayanın, Tuzluçayır geliyormuş’ diye güç vermesiydi. Anın coşkusuyla bile sol örgütlerin güçlü olduğu işçi mahalleleri olmadan sokak direnişinin başarıya ulaşamayacağı belliydi. Gezi’den sonra bir araya gelen mahalle forumları da orta sınıf mahallelerde benzer bir örgütlülüğü yaratmaya çalıştı. Gezi forumlarının sönümlenmesi yerelde örgütlemeye çalıştıkları siyasi hareketin yaklaşan yerel seçimlerin merkezi siyaset tarafından ele geçirilmesiyle oldu. Yerelde yerel için tartışılacak konuların yerini partiler siyaseti aldı, mahallelere yine gidilmedi. Oysa, bu yıl geçtiğimiz seçimin iki turu arasında tartıştığımız üzere, mahallelere gidip yerelin somut sorunları üzerinden siyaset kurmak başka coğrafyalarda da denenip başarılı olmuş bir formül.
Gezi’den öğrendiklerimiz seçim siyasetine yedirilememiş de olsa, Tiananmen’in günümüz siyasetine dair tartışmalarda telaffuz bile edilemediği Çin’e nazaran, Gezi’nin artık sokaklarda anılması çok da mümkün olamasa bile toplumsal aktörlerler tarafından güncel siyasetin içerisinde tutulması önemli. Örneğin, bu yıl Ali İsmail Korkmaz Yaşam Ödülleri, Yunanistan ve Türkiye’de iki işçi grubuna verildi. Benzer şekilde, Metin Göktepe ve Hrant Dink ödülleri de bir yandan toplumsal hafızayı diri tutuyor, bir yandan güncel siyaset içinde tavır alıyor. Geçen yıl bu zamanlar hatırlamak politiktir demiştik, bu yıl hatırlayarak siyaset yapmanın örneklerini gördüğümüz bir döneme denk geldi Tiananmen ve Gezi anmaları.
Evrensel'i Takip Et