Can korkusu
Rejim Can Atalay’ı serbest bırakmıyor.
Kanun böyle emrediyor, adalet böyle buyuruyor, geçmiş tecrübeler gözler önünde duruyor, bırakmıyorlar.
Barolar, sivil toplum, gazeteciler, sanatçılar, yazarlar, siyasi parti temsilcileri, halk imzalar topluyor, bildiriler yayımlanıyor, basın açıklamaları yapılıyor, Atalay’ın serbest kalması gerekiyor. Bırakmıyorlar.
Yargının bağımsızlığı olsa zaten içeride olmaması gerekirdi, yine de yargının bağımsızlığını dayatmak gerekiyor.
Tamamen hukuksuz şekilde tutuklu tutulan bir hukukçunun hukuk savaşını memleket dört koldan veriyor. Her güne kırk haber, kırk yazı, kırk bin talep yazılıyor: “Can Atalay’ı serbest bırakın” diye. Bırakmıyorlar.
Okuma yazması olmayan insana türev-integral anlatıyormuşuz gibi bir his bu rejimde muhatabına yasaları anlatmaya çalışmak.
Adaletin iktidar tarafından ortadan kaldırılması, bükülmesi, bir intikam yöntemine dönüştürülmesi, sadece hırslarını çıkarmak istedikleri seçilmiş sembol isimlerle kalmıyor, sosyal hayatı, gündelik hayatı, her insanın yaşamındaki adil akışı etkiliyor. Hayat akmıyor, insanların üzerine çöküyor. Bunu da hatırlatıyorsun, karşında yine aynı tavır “Bana ne?”
Her kürsü konuşmalarında büyük harflerle telaffuz edilen “milli irade” aleyhlerinde tecelli edince kimse adını anmıyor.
Can Atalay, sıradan bir vekil değil. Sadece cezaevinde olduğundan da değil.
Halihazırda üyesi olduğu bir partiden aday olmadı, seçim çalışmasına katılamadı, memleketinden ya da ikametinin olduğu ilden aday olmadı. Depremi en sert yaşayan şehir Hatay’dan TİP tarafından aday gösterildi.
Can’ın seçim kampanyasında sadece partililer değil; bunca yıldır birlikte sosyal hakları savunduğu dostları vardı onun adına insanlarla buluşan, konuşan, Gezi’de kaybettiğimiz canların aileleri vardı, Çorlu davasındaki aileler, Somalı madencilerin yakınları, Hendek davasındaki aileler, Ermenekli madencilerin yakınları, Aladağ’da ölen kız çocuklarının aileleri vardı. Ve daha niceleri.
“Benim de avukatımdır” diyenlere bakınca anlaşılıyordu; hakkı gasbedilenler nezdinde iktidara karşı bütünleşik bir direnişin vücut bulmuş hali Can, sırtında önü iliklenmez cübbesi, kimsenin indiremediği havadaki yumruğu, bütün çığlıklar içinde kitlenin tamamına duyurabildiği gür sesi.
Müvekkillerinin hepsi diyordu ki; “Kendi davamızdan biliyoruz, yaşananları görüyoruz, Hatay’a Can gerek.”
Öyle kolay mıydı Hatay’dan seçilmek? İnsanlar acısını bağrına basıp çadırlardan çıkıp gitti oy vermeye, çevre illerden, göçtüğü uzak şehirlerden saatler süren yolculukla ulaştı sandıklara Hataylılar. Onlar oy kullanabilsin diye dayanışma ağları kuruldu, otobüsler tutuldu, araçlar bölüşüldü.
Gidenin döndüğünde şehirde kalacak yeri yoktu, konteynerlerde ağırlandılar, çadırlar paylaşıldı.
Bir büyük travmayı aşmaya çalışırken yeniden içine dalmak, o yıkıntıların arasına dönmek ve oy kullanmak kolay mıydı?
Kolay mıydı içecek suyun bile kavgasını verirken bir anda görünmez kılındıkları halde, içine çekildikleri seçim gündemini yekten reddetmek yerine çıkıp çadırlardan oy kullanmak?
Halkın iradesi ise mevzu, misliyle gösterildi.
Hukuk, köşeleri tutan ellerde bir İsviçre çakısı şimdilerde. Kimi sahadan çekmek istediğini söyle; sipariş üzerine suç bulunsun, bir iddianame hayal edilip yazılsın, tanık yoksa gizlisinden konulsun, delil yoksa uydurulsun, yasada madde yoksa bir madde seçilsin, uyarlanıverilsin. Yargı aşamasında zaten savunmayı susturur, itirazları reddeder, kararı ne deniyorsa öyle verirsin. Süreci uzat ki tutukluluk yıllara yayılsın.
Düşünün Adalet Bakanı; şöyle söyleyince daha mı anlamlı: adaletin bakanı, adalet işlerine bakan zat, adaletten sorumlu şahıs, adalete dair her şeyi haiz olması gereken insan; çıkıp “hükümlü” diyebiliyor. Tutuklu ile hükümlü arasındaki fark hukuken ince bir çizgi değil kalın bir taş duvar, bilmiyor mu, yalan mı konuşuyor? Ülkenin gündeminden düşmemiş davalarındandır, savunmanın ders verdiği bir hukuk vakasıdır Gezi davası. O davayı izlemeye Sivas’tan bile kalkıp gelen yurttaş vardı da bakan mı duymamış yaşananları?
Toplum ayağa kalkmış, dört koldan isyan ediyor. O zaman yandaş medyaları devreye sokulsun, geçmiş örnek bulunsun, mağduriyet hikayesi ballandırılsın, rövanşı devreye sokulsun.
Ezberlenmiş işleyiş kabak tadı verdi. Çıkmış Merve Kavakçı örneği anlatıyor iktidar medyası. Hani tüm yurt dışı eğitimini o dönemin İBB’sine ödetip ne mecburi hizmet yapmış ne de İBB’de görev yapmış olan, bu usulsüzlük dosyası da hemen kapatılmış olan, kadrolara sülalece yayılmış olan, joker kabilinden bürokrat, diplomat, siyasetçi kılınan Merve Kavakçı’nın ilk Meclis yeminini ısıtıp masaya koymaya ar eder insan olan.
Bu devranı döndürenlerin bile artık rahatsız olduğu, sürekli ve sülalece kazanan bir insan.
Nasıl bir mukayese, nasıl bir izan?
Otoriter rejim, hukuka, bilime, etiğe iğne başı kadar hak vermemeye yeminli. Adalet bir kere tecelli olursa gerisi çorap söküğü gibi gelecek diye endişe ediyor. Can serbest kalırsa gözler Kavala, Demirtaş, Yüksekdağ hakkındaki AİHM kararına döner, Tayfun Kahraman’ın, Mücella Yapıcı’nın, Çiğdem Mater’in, Hakan Altınay’ın, Mine Özerden’in de tutukluluğunun hukuksuzluğu yeniden açığa çıkar diye düşünüyor.
Can Atalay’ın serbest kalması gereğini kanunlar yazıyor, iktidar “Atalay serbest kalırsa, Gezi ruhu serbest kalır, sermaye karşısında işçiler kazanmış olur, tarikatlar kaybeder, havale-eft yolu eylediğimiz vakıflar, dernekler kaybeder, meslek odaları kazanır, rant düzenimiz kaybeder, kent hafızasını kazanır” diye okuyor.
Beton döktüler adaletin üzerine, harcından görünen parlak bir çakıl taşını çekince tepelerine çökecek diye düşünüyor.
Vatanın bölünmez bütünlüğü diye meydanlarda bağırdığı cümleyi aslında iktidarın arzusundan taviz vermez yekpareliği diye anlıyor.
Hukuk ve adalet yirmi yılda yirmi bin kere hatırlatılmıştır bu iktidara, en sıkıştığı yerde “Tanımıyorum, saygı da duymuyorum” der geçer.
Bunca yıl sonunda varılan nokta bir kibir zehirlenmesidir, aynı adaletin çatısında yaşadığının farkındalığını kaybettiren.
O yüzden bir de şöyle deneyelim derim:
Can Atalay’ı serbest bırakmıyorlar diye yazılıyor; dışarıdan bakınca ise
“Yüzde 52.16 oyla Cumhurbaşkanlığını, 322 vekil ile Meclis çoğunluğunu alan, 2002 fezlekeyi elinde tutan, kabineyi kuran, bürokratları atayan, yerel seçimde büyükşehirleri geri almayı uman, o sarsılmaz dediğiniz 21 yıllık iktidar, bir tek vekilden, bir vekilin temsiliyetinden, bir vekilin Meclis görünürlüğünden çok korkuyor” diye okunuyor.
Yani bir kez daha “Can Atalay sıradan bir vekil değil”
Osmanlı tarihini sever bu iktidar; Fatih Sultan Mehmet’in Varna Savaşı öncesi babası II. Murad’a fermanı vardır hani:
“Ya sen padişahsın ya ben! Sen padişah isen şu tehlikeli anda milletin seni ordunun başına çağırıyor, gel. Ben padişah isem emrediyorum; saltanat kendisine ait ise düşmanı karşılamak farzdır. Yok eğer bize ait ise emrimize itaat şarttır”
Bu anekdota binaen, “Milletin iradesi esassa, iradeyi tanıyın, Can Atalay’ı serbest bırakın. Yok eğer ululardan uluysa gücünüz, madem bükülmez bileğiniz, madem çeliktendir iktidarınız, korkak ve kaçak dövüşmeye ihtiyaç yok. Can Atalay’ı serbest bırakın. Yüz yüze, Mecliste hesaplaşırsınız.”
Evrensel'i Takip Et