21 yıllık yolculuğa 12 Yıllık Gece’den bakış
12 Yıllık filminden bir sahne
“Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı... Ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür Hanım?”
Şükrü Erbaş
28 Mayıs’tan sonra bir haller geldi çoğu insanın üzerine. Hiç anlaşılamamış, hiç anlaşılamayacak, hiç anlatamamış olmakla yüzleşmek hissi gibi. Ne kadar kalabalık olduğunu göremeden kalabalıklar içindeki yalnızlığa odaklandık çoğumuz. Her şey yanlış, herkes hatalı diye bakınca olaylara hiçbir şeyin de anlamı kalmıyordu haliyle.
“Artık benden pes” diyenleri anlıyor ama kızıyordum içten içe, sitem kadar ince bile değil, açıktan bir kızgınlıktı bu. Güzel insanların demir parmaklıklar ardında olduğu bir dünyada, dışarıdakilerin hayal kırıklığının iyileşemez olabileceğini kabul etmiyor aklım. Haksızlık olur bu. Haksızlıklarla mücadeleden yorgun düşüp yepyeni bir haksızlığa imza atmak olur.
Ama anlıyorum da insan yorulur. Mücadelenin aynısı yormaz da yenilgilerin tekrarını taşımak zordur.
“Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun/ aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan./ Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin.”
Yeni dallar bulmak lazım tutunmak için, her birimizin kendine de emek vermesi gerekecek. Onca olanaksızlık içinde, bir güzel elma bile bütçe meselesi haline gelmişken, yasaklar denizinde, insanca bir yaşama dair anlar yaratıp kendimizi sağaltmak icap edecek. O geniş, büyük, “bir başka alem” tahayyülümüz, zafersizlik içinde zorlukla elde edilen küçücük kazanımlara yenilmesin diye.
Son yıllarda iyi ve mutlu anlar, paylaşarak çoğalmıyor. Mutluluk ayıp, iyi hal ayrıcalık oldu. Oysa feyz olsun diye, iyilik hallerini paylaşmak gerek. Mutfakta eksik olanı komşudan bir fincan ister gibi. Yoksa keskinliğimiz yaralayıcı, ince ince kanıyoruz içimize.
12 Yıllık Gece filmini izledim bu hafta. İzlerken fena ama bitirince hayat anlamını kazanıyor yeniden.
1973 senesinde, Uruguay’da askeri diktatörlük Tumaparo Özgürlük Hareketine bir operasyon düzenliyor. Hayatta kalanlardan Ruso, Nato ve Mujicha’nın 12 yıllık tecrit ve işkence ile geçen, hakim karşısına bile çıkarılmadan yaşatılan tutukluluğunun hikayesi bu.
Burada filmle ilgili detay verdiğimde, “spoiler” tabiriyle izleme hevesinizi kıracağımı düşünmüyorum. Çünkü filmde tecride üç farklı direnç izleyeceksiniz, gözlerindeki bakışı, binlerce gün içerisinde denk gelen birkaç saniyelik bir insanca anın yarattığı o yüze yayılan kontrolsüz gülümsemeyi, kirden görünmez olmuş, cildin sadece kemiği örttüğü, yer yer sakalların döküldüğü o yüzler anlatıyor asıl hikayeyi.
Faşizmin ne olduğunu sağlam hatırlatan sahneler var filmde. Teslim çağrısı yapmayan, teslim olana da kurşunu yağdırıp eline çatışmaya girmiş gibi silah bırakıp kendini aklayan, sağ kalanların karşısına her fırsatta çıkıp “Buradan çıkışın olmayacak” diyen bir faşizm. Ayakta durulamayacak kadar alçak, yatılamayacak kadar dar, fare dolu odalarda, karanlıkta aylarca konuşmadan, yıkanmadan, tuvalet olmadan tuttukları mahkumları düzgün bir odaya çekip, masa sandalye, kitap, gıda koyup cezaevi denetimine sokup hemen ardından yeniden tecride gönderen örgütlü, yalancı bir kötülük.
Oradan oraya hep daha kötü koşullara nakille geçen 12 senede; Ruso ve Nato; alfabede harfin sırası kadar duvara vurarak birbirleriyle haberleşmeyi başarıyorlar. Toprak duvarlar, taş duvarlar, yosunlu, leş duvarlar. Duvara vurdukları parmakları seneler içinde kırıla kırıla diğerlerinden bambaşka bir hal alıyor.
Ruso; kulak misafiri ola ola cezaevinde komutanın aşık olduğu kadını öğreniyor. Askere, kadını etkilemesi için aşk mektupları yazıyor. İlk insanca ilişki kuruluyor aralarında. Ve bir akşam, onca yıldır tek bir gazete görmemiş, tek bir kişiyle konuşamamış, dışarıda ne olduğundan, kimin ölüp kimin kaldığından habersiz bu tutsakların duyacağı kadar sesini açıyor radyonun. Maçı duysunlar diye. İşte o zaman uğruna gözyaşı dökülmeyi en hak eden golü anlıyor insan.
Yoldaşlarını kurşuna dizen faşist ile cezaevinde yeniden karşı karşıya gelen Nato’nun diyaloğu, sarsıp kendine getiriyor insanı.
- Hiç değişmiyorsunuz değil mi? Koca bir sistemi alt edebileceğinizi düşünüyorsun. Fırsatım varken sizi öldürmeliydim.
Dünya idealistlerle dolu. Cehennem iyi niyetlerle dolu, burası sizin cehenneminiz.
-Hatalarım ve sonuçlarının sorumluluğunu üstleniyorum.
-Hayır, hiçbir şey için sorumluluk üstlenemezsin. Bu sorumluluğa seni biz zorladık, mağlubiyetiniz zorladı.
-Ne yaptıysam inandığım için yaptım. Sorumluluk benim, cezayı kabul ediyorum. Ne sen ne başka biri beni mağlup edebilecek.
-Hâlâ mağlup olmadığını mı düşünüyorsun? Geçen yılları değil gelecek yılları düşün. Buradan asla çıkamayacaksın.
-Evet burada ölebilirim. Ama o vakit geldiğinde, sırtımdaki yükün değerini biliyorum. Peki sen? Sen yükünün değerini biliyor musun?
Mujicha’nın ise işkenceler sonucu aklı kendisine oyunlar oynamaya başlıyor, sanrılar görüyor, sesler duyuyor.
Israrla her aktarıldığı yeni tecrit yerinde, görüşü zorlayan annesi, bazı yıllarda başarıyor oğlunu görebilmeyi. Anlıyor, aklı gitmek üzere.
“Seni delirtmeye çalışıyorlar, buna izin vermemelisin. Sadece beni dinle, ben senin annenim. Karşı koy onlara, her şeye diren, seni öldürmelerine izin verme. Yalnızca direnmeyi bıraktığında kaybetmiş sayılırsın. Üstesinden geleceksin ve hayatına devam edeceksin. Hiç kimse içindekini ele geçiremeyecek.”
12 yıl sonunda ellerinde “Sizi hiç unutmadık.” yazan pankartlarla karşılandılar.
Nato; senatör ve savunma ve savunma bakanı oldu, Ruso; şair, yazar ve tiyatro dramaturgu, aynı zamanda Montevideo kültür varlıkları müdürü.
Mujicha’yı biliyorsunuz; Uruguay’ın tüm dünyanın işe vosvosuyla gitmesi, maaşının yüzde 90’ını bağışlamasıyla tanıdığı başbakanı.
6 kez vurulmuş, 14 yıl cezaevinde yatmış ve 1800 dolar mal varlığı ile seçilmiş başbakan.
Mağlubiyet ancak o sırtımızdaki yükün değerini anlamaz olduğumuzda yaşanacak. Ömür; mücadelenin sonunu beklemeye değecek kadar uzun, yaşamayı ertelemeyecek kadar kısa. Ömür; tecritte bile bir avuç toprakta bir tohum yeşertmeyi önemseyince anlamlı.
“Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı
kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar
küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pencereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla”
İçeride yeşildir diye bardakta maydanozu vazoda bir çiçek gibi masasına koyan, haber alamadığı bizlerin onları hiç unutmadığımız fikrine dayanan, yükünün değerini bilen ve ağırlığınca taşıyanlar için, şu geçici, sürdüğünde pişmanlık verici yılgınlığı kaldırıp atmalı.
Yolun sonundaki aydınlık gözlerimizi kamaştırınca yolu unutuvermişiz. Ömür boyu devam edecek bu yolculuk, sırtımızdaki yükün ağırlığı yakınılacak şey değil, içinde binlerce tohum var. Yolu çiçeklendirmeye devam. Belki varırız o güzel aleme belki de torunlarımız için patikaların dikenini yolmaktır yaptığımız. Yürüyen değil, duran mağlup, sığ yürek, ezbere yaşam, güdük bilinç mağlup.
İyi yolculuklar ömürlerimize.
- Var mıyız yok muyuz? 18 Ocak 2025 04:08
- Uykusuzluk üzerine 11 Ocak 2025 05:00
- Merhaba yeni sene, mutluluk hangi seneye? 04 Ocak 2025 06:30
- Öngörü, strateji ve bir film üzerine 28 Aralık 2024 04:50
- Uyanık tutan sorular 21 Aralık 2024 05:15
- Kara kış 14 Aralık 2024 04:45
- Karar üzerine tartışma 07 Aralık 2024 06:25
- İçimdeki taziye çadırı 30 Kasım 2024 06:10
- Had aşımı 23 Kasım 2024 05:04
- Kitap-defter açık sınav 16 Kasım 2024 04:47
- Soru 09 Kasım 2024 04:19
- Bi'şey 02 Kasım 2024 04:47