02 Temmuz 2023 04:35

Nostalji eksik kalmasın…

Fotoğraf: Pixabay

PAZAR
Paylaş

Bir bayram daha geride kaldı.

Eski bayramlar nostaljisi de yavaş yavaş geride kalıyor. Bayram tatille eş değer artık sadece.

Tatil beldelerine günlük giriş yapan araç sayısına bakarak ekonomik krizin olmadığını savunanlar var. Bilemiyorum denize değil de memleketine gidebilenlerin sayısı ne kadar. 

Bayramda tatil yapmak isteyen bir sürü insan otomobillerinde, kamyonet kasasında ya da sahillerde yatmış. Otele, pansiyona para yetmiyor diye. Ama gitmiş işte.

Bu sahillere akın, belki de artık hiç kimsenin hayatı erteleyecek yeri kalmadığı içindir.

Bir zamanlar hayaller için biriktirilen paraların artık hiçbir hayalin kenarından geçmeye yetmeyeceğine olan idrak ve yarınsızlık endişesi, en azından bugünü yaşamaya sevk etmiştir belki.

Neticede bayram nostaljisine dair ne reklam çıktı karşıma ne de “Nerede o eski bayramlar” konulu bir program televizyonlarda.

Ben de kendi kendime yaptım nostaljiyi, gelenektir, eksilmesin diye.

Eskiyi anarken hatırladım; bayramlarda köye gittiğimizde yer sofrasında ederdik kahvaltımızı, ancak sığardık daire şeklinde yere oturunca, hatta çocuklara ayrı sofra kurulurdu bazen sofaya.

Düşününce fark ettim ki babaanne evinde de anneanne evinde de, köyde ve ilçede eski tip müstakil bahçeli ev olduklarından, öyle büyük yemek masası konulacak alan yoktu. Bu yüzden bayramlarda kalabalık olunca sofra yere kurulurdu, sini üzerine.

Ama ilkokula gelip de evde sofraya yardım etme işleri başladığında sadece sofraya tabak taşımak değildi işim, annem ve babam çatal ve bıçak düzeni öğretmişlerdi, daha yedi sekizdi yaşım.

Çatal sola konur, bıçak sağa, kaşık bıçağın yanına. Görgü kuralıdır, bir hayat dersidir neticede, tuvaletten sonra elleri yıkamak gerektiği nasıl öğretiliyorsa ya da sinemada, kütüphanede sessiz durulması gerektiği, bir şey isterken lütfen denilmesi gerektiği gibi, bu da bir öğreti. 

Aklıma ilkokul kompozisyonları geldi sonra. Bazen atasözü, deyim açıklardık ama bazen de “Şehrimizi nasıl güzelleştiririz?​” “Arkadaşlarımızla nasıl iyi geçiniriz?​” gibi başlıklar da verilirdi konu niyetine.

Düşünmek zorunda kalırdık, iyi bir fikir bulmaya ve düzgün ifade etmeye çalışırdık. Güzel konuşma ve yazma dersi vardı eskiden, tahtanın önüne çıkarıp bir konuda konuşma yaptırırdı öğretmen. Sağa sola sallanma anlatırken, eeeee-ıııııı gibi sesler çıkarmamaya çalış, “Tamam mı?​”, “Anladın mı?​” demeden anlat gibi uyarılar eşliğinde. Bir de işte malum, el yazısı ile güzel yazmaya çalışırdık dört çizgili satırlardan oluşan güzel yazı defterimize. 

Eğitim dediğimiz şey biraz daha hayatın genelini kapsıyordu anlaşılan. Görgü kuralları önemli bir başlıktı, ilginçtir mesela din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni anlatırdı ulu orta tırnak kesmemek gerektiğini, otururken yayılmamayı, ayak parmaklarını kurcalamamayı, yürürken terlikleri ve çiğnerken sakızı şakırdatmamayı.

Öğretmenlerin, hakim ve savcıların, doktorların kamusal alanda, mesela çarşıda pazarda çok büyük saygınlığı olurdu: “Hocama o kirazları tek tek seç ver evladım, hocamın poşete sakın kurtlu kiraz karışmasın.”

Gazeteciler ise popüler şarkıcılarla ya da vekillerle aynı seviyede ünlü ve itibarlıydı gözümüzde. Bilen insan saygıyı hak ederdi toplum nezdinde, bilgisini toplum lehine kullanana saygı karesiyle.

Toplum böyle böyle atlıyormuş demek medeniyet basamaklarını.

Şimdilerde herkes bir hışır geliyor ya gözümüze, eğitim ve öğrenim dediğimiz şey “memleket gerçeği” denilen öngörülü kabule yenildiği için sanki.

Çünkü bir gün popülist bir lider çıkar, “Halkın içinden geliyorum ve onun ahlakını temsil ediyorum” der, yönetici kadroları “elit”lik ile suçlar. Sonra bu elit olma halinin tanımı yönetici kadrolardan çıkar ve geniş bir “bilgili, eğitimli, tecrübeli ve kültürlü” olmanın olumsuz tasvirine dönüşür. Güzel vasıflar negatif bir elitizm söyleminde eritilirken liyakat de öğütülmüş olur.

Bu sıfatlar sanki elittir de karşıtı halktır. Cümleyi tersine çevirince “Halk bilgisizdir ve bu ona haktır.”  Temsil ettiğini söylediği “toplum ahlak”ını yeniden yazmaya başlar. Artık iyi bir editör, iyi bir akademisyen, ziraat okuyan çiftçi, soru soran yurttaş da bu elitlere dahil edilir.

Neticede “Biz artık doktor dövme özgürlüğüne sahibiz” diye övünen bir kitlesi oluşur. Bir şey öğrenmemenin, eğitilmemenin savunusu, en bilgisizin bile en iyi kademeye ya da en zenginler arasına girmesiyle, bilginin ise her alanda cezalandırılmasıyla olur.

Yaşandı, yaşanıyor bu.

Sınıfsal, her şey gibi. Asgari ücret geçinmeye yetmiyor, orta sınıf yok. Eğitim, bilgi, zeka, çalışkanlık, işinin hakkını vermek gibi değerler kazandırmıyor. Kimse bir işi iyi yapmak adına çaba sarf etmiyor çünkü karşılığı yok, cezası çok. Bir zümre ile iyi ilişkiler içinde olmak her kapıyı zaten açıyor. Kendine yedirebilen yürüyor, yediremeyenin hayatı tamamen yaşam kavgasına dönüşüyor.

Geçim derdi yaşamın birincil önceliği ve üstesinden gelinemedikçe herkes sadece biraz daha iyi kazanabilme derdinde, kimse aslında hangi mesleği isterdi sorgulamıyor ya da olduğu mesleğin hakkını verme çabası göstermiyor çünkü hiçbir işte kalıcı olma kaygısı güdülemiyor, kalınca da bir şey olmuyor.

Kumaşçı yanına çırak girip de dükkanı devralanlar, kebapçı yanında yıllar geçirip kendi restoranını açanlar, asgari ücretle girdiği fabrikadan ustabaşı olarak emekli çıkanlar artık yok. Mesleğini severek yapanlar parmakla sayılabilecek halde, hepsi bir bedel illaki ödüyor. Yargılanıyor, yükselemiyor, fakirleşiyor, sürekli iflas tehlikesi yaşıyor.

Müdavimlerin 30 yıldır tanıdığı garson yok, garsonun da başka bir yerin müdavimi olabileceği bir hayatı yok, garson kalarak ev alabilme ihtimali, emekliliği iyi yaşayabilme ihtimali yok. Banka çalışanı parayla uğraşıyor, ne Adam Smith biliyor ne Karl Marx. Kurallar her gün değişir, nas ile ekonomi yönetilirken, fazla mesailer yatacak mı derdi varken işin teorisine yeri yok. Doktor uluslararası seminerlere kendi imkanlarıyla gitmiyor, devlette çalışanların öyle bir bütçesi yok, bulup gitse karşılığı yok, hiçbir uzmanlık saç ekimi ve botoks kadar çok ve hızlı kazandırmıyor.

Hiç kimsenin iş güvencesi yok, mesleklerin ahlakı, itibarı tarumar edilmiş, her gelir tehdit altında.

İş öğrenme heyecanı yok çünkü öğrenmenin de karşılığı yok. Bir insan kasaya bakıyorsa bugün zincir tekstil mağazasında yarın zincir kitapçıda sonraki sene restoranda. Tezgahtar kumaş viskon mu keten mi bilmiyor, robadan, degaje ne demek fikri olmuyor, yazar isimlerini bilmiyor, yayınevlerini tanımıyor, kahve nereden geliyor umursamıyor. Çünkü orada bir geleceği yok ki?

İşini iyi yapsa ne olacak? Emeğin değeri olmayınca, bir gelecek de yoksa insan daha fazla emeği neden versin? Bilmek kazandırmıyor, bilmek çekilen ızdırabı artırıyor, bilmek sessizliği yıkıyor, bilmek isyanı körüklüyor, bilmek cezaların önünü açıyor. Bilmek huzur kaçırıyor. Ne diyordu iktidar: “Eğitim seviyesi yükseldikçe oylarımız düşüyor.”

Geçen hafta Murathan Mungan bir tweet atmış; kitabını sorduğu Enis Batur'u tanımayan, ismini bile anlayamayan birinin kitapçıda çalışmasından yakınmış. Sosyal medyada “Aydınların toplumdan kopukluğu” konulu birçok sarkastik eleştiriye, alaya konu oldu. Ne acı, her itibara saldırı iktidarın huyuydu, herkese sirayet etmiş bir vesile. Oysa insan yıllarını verdiği bir meslekte, içinde bulunduğu sektörün her bileşeninden asgari bir bilgi bekler ister istemez. Terzi ister ki kumaşı satan menşeini bilsin, aşçı ister ki manav patlıcan nereden geldi söyleyebilsin, balıkçı bile müşterisi hamsi ile istavriti ayırabilsin ister. Bilmek iyidir.

Toplumu tanımaktan kasıt, iktidarın dayattığı yeni ahlak seviyesini kabul etmek ve buna uyumlanmak oldu. Öngörülü bir kabule yeniliyoruz, bilgiyi değersizleştirmekte katkısı büyük. Görgü de arada harcanıyor. Görgümüz kayıp.

Bir sıraya kaynak yapmanın, yere tükürmenin, başkasının fiziksel özellikleri üzerinden alay etmenin, parmakla birini göstermenin, topluluk içinde birinin kulağına fısıldamanın, yere çöp atmanın, sahilde başkalarına su ve kum sıçratmanın, hizmet veren birini azarlamanın, lütfen demeden, rica etmeden talep etmenin, toplum içinde yüksek sesle konuşmanın ayıp olduğunu bir genel gerçek olarak kabul etmekten çıktık. “Bizim insanımız” ile başlayan cümleler iyi atıfla bitmiyor artık. 

Korkunç bir baskı altında, ceza ve yasak ikliminde, hak gaspları arasında büyük bir mücadele veriyoruz. İyilerin tarafında olduğunu iddia ediyor herkes ama gerçekten hâlâ iyi miyiz yoksa zamanla kınadığımıza mı dönüşüyoruz?

Faşizmle mücadelenin kurallarından biri de kurumları ve kuralları dayatmaya devam etmek ve öngörülü kabule yenilip kendi mücadele alanını daraltmamak. Diğer ideolojilerde inancı sağlayan tutarlılıktır oysa faşizm duygulara hitap eden propaganda ve eylemle ayakta kalır. Duygularımızın dayatılan öfke, alaycılık, intikam, vurdumduymazlığa yenilmesi mücadelenin çok alan kaybetmesi anlamına geliyor.

Bildiğimizi savunmak kadar bilginin kendisini savunmak da bir sorumluluk.

Halktan kopukluk eleştirisini siyasetçiye, aydınlara, sanatçılara yaparken bahsedilen gerçekten halk mı yoksa popülist bir otoriter rejimin genelleştirdiği yeni toplum ahlakı mı iyi değerlendirerek yapmak gerekiyor.

Sıklıkla hatırlamak gerek köy enstitülerini, 1945 yılında Hasanoğlan’da dahi 3 piyano, 55 keman, 259 mandolinden oluşan bir orkestra vardı. Aşık Veysel müzik dersleri veriyordu, Çehov, Shakespeare, Gogol, Moliere oynanıyordu köy meydanlarında. Kim diyebilir Hasan Ali Yücel kopuktur halktan?

Bizim insanımızdılar, onlar halk değil miydi? Köylü değil miydi? Şimdilerde kitap okuyan köylü videolarının viral olması, haber olması, bu halka hakaret değil mi?

Halka küsülmez, beklenti kesilmez. Bize yakıştırılan bir köle gibi fikrimizi, yeteneğimizi, zevklerimizi, bilgimizi kullanmadan yarım kilo kıyma alabilmek, kirayı ödeyebilmek peşinde koşmak, sürekli çatışma ortamı yaratarak ayakta duran bu rejim içinde yeni nefretler yeşertmek, daha keskinleşmek.

Bu düzeni değiştirmenin bir yolu da bildiğini iddia etmek yerine bilgiyi önemsemek, bilgiye, insanlara, işimize ve hayata asgari saygıyı gözetebilmek, görgüyü ayakta tutabilmek.

İcap ederse yer sofrasında yeriz, yeryüzü sofrasında yeriz ancak bu çatal ve bıçağı reddettiğimiz, nasıl kullanılacağını dahi öğrenmeyeceğimiz anlamına gelmez.

2018 yılında THY, apronda deve kurban etti. Bu halka yakın olmakla, halkı iyi tanımakla, halka hitap etmekle açıklanabilir mi?

Köklü bir değişim için bu zihniyetin çizdiği sınırların içine hapsolmuş bir halkı oradan koparabilmektir belki de asıl olan, halktan kopmamak sınavıyla o sınırdan içeri birbirimizi iterek girmeyi zorlamak değil. İnsanımız böyle deyip geçilmez, bu insanlıktan çıkma haliyle ancak mücadele edilir.

Bugün 2 Temmuz. Madımak Katliamı’nı, halkın gerçek yüzü, toplumun yapısı bu diye göremeyiz. Madımak zihniyeti ile kabul anlaşması yapılmaz, mücadele edilir, kavga edilir.

Bilgiyi, görgüyü, insanca yaşamı da içeren başka bir “toplum ahlakı”nda diretmek, dayatmak, ön kabule onu almak zorundayız.

Bayramda huzurla kalabalık sofralarda buluşmayı, kendi memleketimizde güzel bir tatili, eğlenebilmeyi, gülebilmeyi, asgari nezaketi ve bilmeyi, bizlere bilgi verilmesini hak ediyorduk. Hak ediyoruz, hakkın nostaljisi olmaz.

Yolda olanların araçlarını, başkalarının yoldan çalma, makas, radar atlatma, takip mesafesi gözetmeden son sürat dörtlülerle öndeki araca yapışma çabalarına rağmen, kime ait olduğu bilinmeyen çakarlı araçlar emniyet şeridinden kaptırmış giderken dahi otomobil kullanmayı ve trafik kurallarını bilenler gibi kullanmasını ve yuvalarına sağ salim varmasını dilerim.

Hiçbir yere gidememişlerin bu tatilde olsun kentlerini bir başka gözle seyredebilmiş ve keyif alabilmiş olmasını, bir kitaba dalıp bitirebilmiş, bir koyu sohbete dalabilmiş, özlediklerini arayıp hatır sorabilmiş, kendini dinlemeye vakit bulabilmiş, her gün doyabilmiş olmasını dilerim.

Yaşamı, tutabildiğimiz her yerden savunabilmek umuduyla, gerçek bir bayramı bu ömürde yaşayabilmek dileğiyle insanca bir pazar dilerim tatilinizin son gününde.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa