Otosansürsüz
Yargının bağımsızlığını, toplumsal ahlakınsa evrensel etik değerleri kaybettiği şu dönemde sosyal medyada her şey yargılanıyor.
Anayasaya bile uyulmayan bir ülkede insanların fikir ve görüşlerini ayrımcılık ya da nefret içermeyecek şekilde ifade etmesini beklemek zor. İktidar dili herkese sirayet ediyor.
Hayatla başa çıkabilmek için sığınılan alaycılık, korkunç bir silaha dönüşüyor.
Yanlış ifade sığınak aramazken, iyi, doğru, güzel bir andan bahsetmek ya da bir dayanışma çağrısı yapmak nefreti bir sağanak gibi üzerine çekebiliyor.
Bu da zamanla yazanlarda otosansüre sebep oluyor.
“Mutlu olmak ayıp oldu bu memlekette” diyorduk, şu an ayıbı geçti, terbiyesizlik olarak addediliyor.
Mutluluk oysa, vurdumduymazlıkla korunmuş uzun gamsız süreçleri değil, anlık iyi olma hallerini tanımlıyor.
Paylaşıldıkça çoğalır denirdi bir zamanlar, şimdilerde paylaşıldıkça paylaşanı pişman ediyor.
Ana konu bu değil ama fark ettim ki canımızı birileri sıkmasın diye yuttuğumuz her söz otosansür, bu da faşizme boyun eğmekten çok farklı değil. Alanımız daraldıkça daralıyor, boğuluyoruz.
Yazıya parantezler açayım dedim, bunu gazetedeki köşeme değil, sosyal medyaya yazıyor olsam ne çok gol yiyecektim kim bilir?
Bu günlerde sürekli bir “değişim” lafı konuşuluyor. Konuşuluyor, söz üretiliyor sürekli, televizyonlarda konuşuluyor, basın toplantılarında, grup toplantılarında, röportajlarda.
Değişim eyleme geçmiyor, yakın zamanda da pek beklenmiyor. Söz hep eylemden uzun vakit alır yurdumuzda.
Tanıdık bir his uyandırdı bu son haftalar, bir anı üzerinden izah etmeye çalışayım:
17-18 yaşlarımda ailem beni dil eğitimi için Londra’ya göndermişti. (Şimdi tuzun kuru diyecekler, millet aç, hanımefendi Londralarda okumuş onu yazıyor diyecekler. Seyahat hele de eğitim için olanı, her gencin hakkıdır. Emekçilerin de çocuklarını yurt dışına gönderebildiği bir döneme denk gelmek belki bir şanstı ama şans olmaktan çıkıp yeniden hak olmalı.)
Bir yandan çalışıyoruz bir yandan dil kursu. Dil kursunda İspanyol fıkraları anlatılıyor sürekli, İspanyol aklının ne kadar değişik çalıştığıyla ilgili. Pek katılmıyorum, bana bu alaycılık ayrımcılık gibi geliyor. İspanyollar da beni teselli ediyor. “Biz alıştık, bu hep böyledir” diye, sonra onlar da başka fıkralar anlatıyorlar. Hedef bir bütçe koymuşuz, toparlarsak 5 kişi araç kiralayıp Oxford’u gezmeye gideceğiz. Sandığımızdan uzun sürse de parayı toplamayı başarıyoruz, 1 İspanyol, 1 Arjantinli, 1 İtalyan, 1 Meksikalı bir de ben yola çıkıyoruz. Aracı İspanyol arkadaşın adına kiralamışız, o kullanıyor. O yıllarda navigasyon yok, cep telefonu zaten hiç yok, bende ehliyetin e’si yok. Elimizde kağıt harita bakıyoruz yola.
Bir yol ayrımına geliyoruz, bir döner kavşak, kavşak diyorum ama bir sürü yola ayrılıyor, birinin üzerinde kocaman tabelada OXFORD yazıyor. Ancak haritaya bakan İspanyol arkadaşı ikna edemediğimiz için önce diğer yollardan ikisine ayrı ayrı giriyoruz, bu da bize birkaç saat kaybettiriyor.
Gezimiz güzel geçiyor, kazanma şansımız olmayan o üniversiteye de ukdeyle bakıyoruz. Dönüşte aynı kavşaktayız. Bu sefer devasa “LONDON” tabelasına girmemiz lazım. İspanyol diyor ki “Oradan gelmedik, biz Oxford tabelasından geçtik.” Evet çünkü Oxford’a gidiyorduk, şimdi Londra’ya gittiğimiz için Londra yazandan gideceğiz. “Ama biz gelirken Londra tabelası görmedik” diyor. Evet çünkü biz o tabelanın arkasından geldik, önünü görmedik. Anlatamıyoruz. Sırayla anlatıyoruz, hep bir ağızdan konuşuyoruz, ikna için kan, ter ve gözyaşı döküyoruz.
Akdeniz insanlarının tamamı ve Latinler yüksek sesle konuştuğu için kavşakta sürekli daireler çizen bir aracın içinde ellerini kollarını sallaya sallaya bağrışan beş kişiyiz. Korkulan oluyor, yanlış yola giriyoruz. Abartılı hareketlerle saçımızı başımızı yoluyoruz araçta. Hava kararıyor, geç kalıyoruz. Bir ara Arjantinli diyor ki “sağa çekelim tuvalet molası” Yeniden araca binerken berbat bir İspanyol fıkrası anlatıyor. İspanyol hem kızıyor hem gülmesini durduramıyor ve bu nümayiş içerisinde kiralama sözleşmesinde adı yazmamasına rağmen Arjantinli direksiyona geçip bizi evimize ulaştırıyor. Biraz kural çiğnemiş oluyoruz ama geç kalarak ödemek zorunda kalacağımız cezadan yırtıyoruz. Arkadaş kalmayı da başarıyoruz.
O kavşakta defalarda çığlıklar içinde dönerken yaşadığım çaresizliği ve mantıksızlığa olan hayretimi hiç unutamıyorum.
Bu sıralar da benzeri bir durumdayım. (Konuyu anlattığı yere bak, halktan kopuk tespitler bunlar, yazarın da hayata bak, kimsenin vize alamadığı ülkede Londra anısı anlatıyor diyecekler. Aynı şeyleri okumaktan sıkıldım, birilerinin duymak istediğini yazmak iş değil. Dayattıkları dar dünyayı ve kalıpları kabul etmeyeceğim .)
Herkes değişimin ne olduğunu tarifliyor, uzun uzun, alay ederek, öfkelenerek, herkesin duyguları farklı, üslubu farklı. Değişim acil diyor herkes, haftalar geçiyor böylece.
Yazmaktan yoruluyorum, yazmadan da olmuyor, karamsarlık kendine umursamazlığı yoldaş etti, gidişat iyi görünmüyor.
Geç kalıyoruz, tabelaya bari baksalar.
O Londra macerası sonrası gelip siyasala başladım. İlk günü okulu su basmıştı, elime bir yangın kovası tutuşturup “zincire gir” dediler. Elden ele boşalttık alt katta göle dönen suyu. Zincirin tamamı çeşitli hareketlerde örgütlü solcular, devrimciler. Acil çözüm gerektiğinde en önde koşanlardı, 25 senedir de aynı, 50 senedir de, bütün tarih aynı.
O zamanlar “devrimci” tasviri vardı herkesin dilinde. Devrimciler temiz giyinir, kendine saygısı olmayanın halka da olmaz. Bir devrimci yalan söylemez, bugün bir vesile yalan söyleyen yarın halka da yalan söyler. Devrimciler güvenilir insanlardır, verdikleri sözü tutar, tutamayacakları sözü vermez. Tutamayacaksan söz verme. Bir devrimci geç kalmaz, geç kalmak hem bekleyene saygısızlıktır hem bir güvenlik sorunu. Devrimciler pes etmez, kazanım olmadan boykotlar bitmez. Bir devrimci için halk kendinden önce gelir, halk her şeyin en iyisine layıktır, aza tamah etmesi beklenmez. Gerekirse uyumaz mahallede nöbet tutarsın ki halk rahat yatsın, gerekirse aç gezersin ama düzenlediğin piknikte en güzel ikramları yaparsın. Devrimci menfaat beklemez, karşılık beklemez. Doğru olanı yapmak vazifedir, menfaate indirgenmez.
Böyle uzar gider liste, anlatmaya doyamazdı ağabeylerimiz, ablalarımız. Karşımızda zaten bir sürü örnek.
Şimdilerde de seçmen kimliğine bakmadan, hiçbir kimliğine bakmadan, dar günde yetiş denilenler hep bu gelenekten gelenler.
Nasıl örgütlenir devrimciler? Mahallede, işyerinde, okullarında. -Bir devrimci örnek insan olmalıdır semtinde, sevgi, saygı ve güven duyulmalı kendisine- İhtiyacı olanın yardımına koşarlar. Yaşlıların evlerine pazar poşetleri taşınır, kapıları “Bir ihtiyaç var mı?” diye çalınır. Çocuklarla parklarda oynanır, anneler rahat eder böylece. Kadınlar kadınlarla sohbet ederler günlerde, dertlerini dinlerler, evde bir şiddet olduğunda kadınlar mahalledeki devrimcilere karakoldan daha çok güvenirler. Kahvehanelere girilir, hal hatırlar sorulur, sendika nedir anlatılır, hak nedir, emek nedir, grev nedir... Kitaplar önerilir, getirilip ödünç verilir, okudun mu diye öyle çok yoklanır ki artık kitabı alan okumak zorunda kalır. Üzerine konuşulur sonra. Dergiler basılır. Ev ev gezer gençler. Tanımadığınız bir evin kapısını çalıp dergi satmaya çalışmak, “Hele sen bir al bak da abla, beğenmezsen yarın gelir geri alırım, beğenirsen parasını verirsin, bak özellikle üçüncü sayfadaki şu haberi okumanı çok isterim” demek gencecik insanlar için düşünün ki nasıl bir iletişim yeteneğidir.
Kültür Merkezleri açılır sonra semtlerde. Örgütlü insanlardan yeteneği olanlar bir müzik grubu kurarlar, tiyatro eğitimi almışlar tiyatro grubu ya da dans. İşçinin emekçinin bütçesinin yeteceği bir bedele kurslar açılır. Parası olmayana da hayır denilmez, idare edilir. Bir çay için olabilecek en ucuz bedel konur, sanayi tostu yapılır, kütüphane kitapla doldurulur, özel günlerde etkinlikler düzenlenir. Mahalleli burada enstrüman çalmayı, koroda şarkı söylemeyi, dans etmeyi, felsefeyi, tarihi, psikolojiyi, işinde işine yarayacak etkili konuşma yöntemlerini, hikaye anlatmayı, resim yapmayı öğrenir. Öğrendiği şeyleri gösterme şansı da bulur, sahneye çıkar, konsere çıkar, sergide eserleri sergilenir.
Çocukları sınava hazırlananlar için özel ders verilir. Öğrenci hareketindekiler yapar bunu. Dil kursları da açılır herkes için, ilgili bölümlerden örgütlü öğrenciler varsa. Yoksa da öğrenci hareketi bir hedef koyar kendine, kültür merkezimizde dil kursu açmak istiyoruz, mütercim tercümanlık ya da x dili ve edebiyatı bölümünden birkaç arkadaş bulup örgütleyelim ki yapabilelim, denir.
Mahallenin havası değişir, sosyalleşme artar, dayanışma artar, herkesle tanış olunur. Evden işe o bunaltıcı hayata renk gelir, kültür-sanat gelir, öğrenmenin zevki gelir, aydınlanmanın ışığı gelir, kalabalık olmanın verdiği güven hissi gelir.
Bir çay bile içemediğin AVM’lere doluşmaktansa evine iki adım yerde dolu dolu günler geçirmek yeğdir.
(Yine başladı solcu romantizmi, madem bu kadar harikaydı da neden bir araya gelemiyor bunca yıldır bu sol diyecekler, bunu izaha köşe yetmeyecek ama bu iktidarın ilk günlerden beri saldırdığı alandı yereldeki bu güç. Hem ne romantizmi birebir yaşamadık mı o günleri?)
Devrimci tasviri mühim şeydi. Şimdi mesela bir muhalif tasvirimiz yok. İdeali tariflemiyoruz artık. Olanı eleştiriyoruz yalnız.
Ana muhalefet partisinin de kendisine yönelik bir tasviri kalmadı. Lider değişimi konuşuluyor. Asıl değişim çok daha bütünleşik olmalı.
Yazmaktan bıkmak da otosansür gibi geliyor, yazayım: Partinin gençlik kolları gençlik hareketine dönüşmedikçe, kadın kolları kadın hareketi kadar aktif eylemliğe geçmedikçe olmayacak. İktidara gelince işçi ve emekçiler için neler yapılacağını anlatarak ve koca bir sınıfı sadece bir seçmen kitlesi gibi görerek olmayacak. İşçi ve emekçiler içinde örgütlenme gerek, onların itici gücüne güvenmek gerek.
Örgütlenmenin önemini kavramak gerek, üyen kadar, sempatizanın kadar, partizanın kadar güçlüsündür.
Bu solun yoludur, devrimcilerin yoludur.
Onları sistemin ötekisi olmaktan çıkaracak yol da budur.
Matematiksel bir gerçek, bir tarafa 45 dereceden fazla yatarsanız, devrilirsiniz.
Ana muhalefet sağa fazla yaslandı, milliyetçilik sağın huyudur, ondan kaldıraç olmaz, fazla milliyetçilik aynı açıya baskı yapıyor.
Bir devrimci, koca bir fabrikayı değiştirebilir, koca bir fakülteyi örgütleyebilir, bir devrimci tek bir mahalleden bile koca bir kortej çıkarabilir.
Bulgura konan bir yaprak reyhanın, tadını unuttuğumuz ete konan bir yaprak defnenin yemeğe kattığı lezzet, aroma ve kalite gibidir.
Sayıları azdır, etkileri çok.
(CHP’ye bulgur mu dedi bu? diyecekler. Lafı tersten anlamak isteyene yapılabilecek şey yok, kızacak şey arayan zaten bulur, bulgur bulgurdur.)
Hasılıkelam artık biraz daha devrimci adımlar atmasak mı?
Aynı şeylere maruz kalmaktan sıkıldığını beyan edenler için, iyi bildiğimizi olmadık yerlerden anlatmaya çalıştım.
Umarım becerebilmişimdir de anlaşılırım, anlaşılamazsam da bu memlekette hiçbirimiz için bir ilk değil.
Geçmişten kulağıma küpe bir nasihattir: bir devrimci, vazgeçmediği sürece devrimcidir.
Alayın yıpratıcılığına, muhalefetin çıkmazlarına, iktidarın baskılarına, öfkenizin keskinliğine yenilmeyin dilerim.
Mutluluk beklentilerimize, geniş açılarımıza, bir başka açılarımıza, bambaşka hayat tahayyülümüze otosansür değmesin.
- Var mıyız yok muyuz? 18 Ocak 2025 04:08
- Uykusuzluk üzerine 11 Ocak 2025 05:00
- Merhaba yeni sene, mutluluk hangi seneye? 04 Ocak 2025 06:30
- Öngörü, strateji ve bir film üzerine 28 Aralık 2024 04:50
- Uyanık tutan sorular 21 Aralık 2024 05:15
- Kara kış 14 Aralık 2024 04:45
- Karar üzerine tartışma 07 Aralık 2024 06:25
- İçimdeki taziye çadırı 30 Kasım 2024 06:10
- Had aşımı 23 Kasım 2024 05:04
- Kitap-defter açık sınav 16 Kasım 2024 04:47
- Soru 09 Kasım 2024 04:19
- Bi'şey 02 Kasım 2024 04:47