Konfüçyus dövmesi

Fotoğraf: Pixabay
En son ne zaman işini severek yapan birini gördünüz?
İşini tutkuyla yapmak, severek yapmak, keyif alarak yapmak, işine değer katmaya çalışmak, işine saygı duymak...
Bir uzak ülkede kaldı gibi.
Ne diyordu Konfüçyus?
“Sevdiğiniz bir işi seçin, böylelikle hayatınızda bir gün bile olsun çalışmak zorunda kalmamış olursunuz.”
Asgari ücretin açlık sınırı ile yarıştığı, eğitimin tamamen sınıfsallaştığı, yeteneğe göre değil çevreye göre mesleklere yerleşildiği memleketimizde ağzı büzüşesice Konfüçyus.
Geçenlerde tamir gereken ayakkabılarımı topladım, önünden geçerken gözüme çarpan bir ayakkabıcıya götürdüm. Hep götürdüğüm bir yer vardı aslında ama son zamanlarda “O tamir olmaz, bu tamir olmaz” diyerek beni hep geri gönderdiği ve yapabildiği tüm tamiratları da zaten tutkalla yaptığı için ona gitmek istemedim.
Yeni ayakkabıcıya girince, içeride kocaman büyük bir zımpara makinesi karşılıyor. Karşısında beyaz bir masa, arka tarafta bekleme odası yapmış, vantilatör, televizyon, bir kanepe iki koltuk.
Ayakkabı tamircileri kauçuk, kösele, deri ve maalesef ekseriyetle kötü kokar. Burası güzel kokuyor, oda parfümü var sanırım. 6 pabuç götürmüştüm, hepsi önce bir incelendi, iki tanesi tamire değmeyecek kadar yaşlanmış ve kalitesiz bulundu. Değmez dedi. Diğerleri için işlemleri anlattı, kalan ömürleri için tahminde bulundu, ömürlerini ne kadar uzatabileceğini belirtti, tamir için süre verdi. Bir de kartvizit. Uğramadan önce arayıp teyit alırsınız dedi. Öyle bir tamir etmiş ki yepyeni olmuşlar. Dört ayakkabının tamir bedeline belki yeni bir tane alırdım ama kararımdan pişman olmayacağım kadar iyi halde teslim etti. Bundan sonra bir yıl içinde tamir gören yerlerden yeniden hasar alırsa ücretsiz bakılacak. Bir deftere kaydı yapıldı pabuçların. Neresine ne işlem yapıldı diye yazıldı. İçlerinden biri içine sinmemiş, acele etmesem iyiydi diyor, yakında yeniden dikişleri atabilirmiş. Ona özel not düşüldü. Öz eleştiri veriliyor, sorumluluk alınıyor. Etkilendim. Söyledim de yüzlerine; “Uzun zamandır hiçbir işte kalite görmemiştim, helal olsun, elinize sağlık” diye.
“Bizimki de bir zanaattır. Ben, kulağım iyi çınlasın isterim” dedi ayakkabıcı.
Ne diyordu Konfüçyus;,
“Kendisini eleştirebilen insanlar, doğruyu ve güzeli bulma konusunda daha şanslıdırlar.”
O zamanlar sosyal medya icat olunmamıştı tabii, eleştiri yapmayı bilmeyene öz eleştiriyi gel de öğret bakalım sıkıysa aslanım Konfüçyus.
Sonra seyahate çıktım, başka bir ülkede bir belediye otobüsüne bindim. Ufak bir şehrin neredeyse çoğunu dolaşan ve virajlı dağ yolundan tepedeki turistik sarayda son durak yapan bir güzergahı var. Şoför her binene turist olup olmadığını sordu, ne kadar otobüs kullanacak, hangi bilet kendisi için avantajlı, nasıl ödeme yapabilir bıkmadan gülerek anlattı. Yolda durakları, yolda başımızı çevirerek görebileceğimiz şehrin güzel yerlerini, tarihi yanlarını anons etti. Virajlarda endişelenmeyelim diye bize acemi olmadığına dair şakalar yaptı ve son durakta otobüsten inerek, evinden uğurlar gibi yolculara el salladı.
Binerken herkesin yüz ifadesi farklı farklıydı, inerken herkes gülümsüyordu. İşini gerçekten severek yapan tek kişi bir otobüs insanı mutlu etmeye, hayat kalitesini artırmaya yetti.
Kendi adıma öyle hasretmişim ki güler yüz ve ilgi görmeye.
“Bir kelime kararını, bir duygu hayatını, bir insan seni değiştirebilir” diyordu Konfüçyus, burada haklı. Bir doğru kelime, bir iyi his insanın attığı adımın hızını bile değiştiriyor.
Ama bizde bir adamın bir kararı, ruh hali, ikbali, bir kelimesi değiştirebiliyor tüm hayatımızı. Neyse yeri değil şimdi. Meslekler diyorduk, işlerimiz...
Kötü öğretmen bir çocuğun eğitimden kopmasına sebep olur, kötü doktor hastasının hayatına, saymaya gerek var mı depremde en ağırını yaşadık işte işini iyi yapmamanın nelere mal olacağını bir kez daha.
Mimarından müteahhidine, belediye görevlisinden imar yetkilisine, ustabaşından inşaat işçisine, beton karıcıdan, tuğla üreticisine, herkesin sorumluluğu olmalı işine.
İşini tutkuyla yapan Avukat Can Atalay cezaevinde, işine değer katan Şehir Planlamacı Tayfun Kahraman cezaevinde, işine kendini adamış Mimar Mücella Yapıcı cezaevinde, iyi sinemacı, gazeteci, akademisyen, hak savunucusu, siyasetçi, muhalif içeride... Cezalılar.
İşlerini iyi yapmaktan mütevellit, birtakım bahaneler üzerine tutuklular.
Birileri işini iyi yapmadığı için: Yargı...
“Devletin hazinesi adalettir” diyor Konfüçyus .
Söylemeyi unutmuş; ya devleti yöneten kendi elleriyle yıkmaya kalkarsa adaleti? Nasıl bir nasihat yazalım onlara?
Geçenlerde karşıma çıktı; belki görmüşsünüzdür; Meksika’da otobüs şöförleri, yanlarından bir otobüs hızla geçtiğinde bisikletli ne hissediyor anlasınlar diye bir eğitime tabi tutuluyorlarmış.
Bir sabit bisiklet var, onu pedallıyorlar, tam yakınlarından meslektaşları son sürat geçiyor. Hepsinin yüreği ağzına geliyor, bisiklet sabit olmasına rağmen. Bundan sonrası empati, o korkuyu yaşayan bir daha başkasına yaşatamaz.
Tehlikeyi en iyi yaşayan hisseder.
Hani diyor ya Konfüçyus;
“Öğrenen, ancak düşünmeyen bir kimse kaybolmuştur. Düşünen, ancak öğrenmeyen bir kimse tehlikededir.”
Bundan da öğrenmeyen zaten yapmasın artık o mesleği, herkes onunla tehlikededir.
İşte o videodan aklıma geldi, keşke bazı mesleklerde atama koşulları öyle eski usül sınav-mülakat olmaktan çıkarılsa.
Mesela kolluk kuvveti olmak için önce; beklemediği anda gaz sıkılıp suratına, bir de yerde ters kelepçe ile uzun saatler beklemek gerekse. Yani yüreği bu sınava yeten başvurabilse mesleğe, o hissin ne olduğunu bilerek geçse vazife başına.
Mesela yargıç olmak için şöyle bir koşul olsa; isim yerine mahlasların olduğu bir davayı göreceksin, verdiğin kararı Adalet Bakanlığına bağlı kıdemli hakimler inceleyecek. Karar adilse hakimsin, karar adil değilse geçemezsin.
Bu davalara konu isimler herkes olabilir, iktidar yanlısı, aileden biri, yakın arkadaş, fakülteden hocan hatta. Atanmadan önce son bir iş ahlak sınavı. “Bu riski alıyor musun?” Meslek ahlakı damarlarına işleyen ancak kabul eder böyle bir sınavı.
Sonrasında da kasten yanlış karar verdiği delille ispat olunan hakim; verdiği cezanın misliyle yargılanacak olsa mesela...
Ne diyordu Konfüçyus?
“Dürüstlere değer ver, onları çarpıklıkların üzerinde tut, böylelikle çarpıklıkların düzelmesini sağlayabilirsin”
Dürüstleri tutukla demiyor adam, değer ver diyor. Neyse, ne bilsin o zamanlar yıl millattan önce beş yüzler daha.
Deprem ülkesiyiz ya hani, keşke büyük simülatörler üretilse de, müteahhitlere, kendisi içindeyken binanın suni olarak 8 şiddetinde sallanması testi yapılmadan evleri satmasına izin verilmese.
Yani yapabilecekse yapsın, 8 şiddetinde zelzeleyi kendi döktüğü betonda hissetmek için ya para hırsından kör olmak gerek ya da işini gerçekten iyi yapmak.
“Bildiğini bilenin arkasından gidiniz, bildiğini bilmeyeni uyarınız, bilmediğini bilene öğretiniz, bilmediğini bilmeyenden kaçınız” diyor ya hani Konfüçyus
baktık bilmediğini bilmeyenden kaçamıyoruz, kendisini kendisine maruz bırakmış olurduk böylece.
Hatta belediye başkanı seçilecek kişi suları akmayan bir evde bir hafta, çöplükte üç gün, trafikte 24 saati toplu taşımada geçirmek zorunda olsa.
Vekiller seçildikten sonra 2 ay asgari ücret dışında paraya dokunamasa da sonra bütçe görüşmeleri başlayabilse.
Taksici olabilmek için önce mesleğin icra edileceği şehrin sokakları ve semtleri hakkında sınava girilse, iletişim becerilerinden teste tabi tutulsa, her yönetici atanmadan önce iş yerindeki tüm başlangıç pozisyonlarında birer ay geçirmek zorunda olsa vesaire vesaire.
Konfüçyus’un da dediği gibi;
“Eğer halk yasaklarla yönetilir ve cezalarla yola getirilmek istenirse, onlar kendilerini cezalardan kurtarmaya çalışacak ve bundan hiç utanç duymayacaktır. Eğer onlar erdemle yönetilir ve eğitimle yola getirilmek istenirse, utanç duyacak ve böylece iyi olmaya çalışacaktır.”
Semtlerden birine utanç adı verelim, cümle içinde kullanırız “Utanç sadece bir semt adı olmuş.” İşler senden sonra çok değişti be Konfüçyus.
Bugün pazar, içimde böyle sanki ülkeyi bir kara tahta gibi silgiyle silip yeniden yazabilecekmişcesine tatlı bir umutla keşkelerimi yazasım var.
Rica ederim alaya almayın, bakın diyor ki Konfüçyus; “İnsanların umutlarıyla oynama, belki de sahip oldukları tek şey odur.”
Yaşadığımız gerçekliğin üzerine düşünürken tecrübeleri, nasihatları, olmazları, ezberleri bırakarak düşünmek iyi bir spor zihin için, üstelik keyifli. Haz veriyor insana sipariş iddianame yazan savcıların başka bir düzende yaşayacağı kalp çarpıntısını düşünmek.
“Düşünmeden öğrenmek kaybedilmiş bir emektir, zaman kaybetmektir” diyor Konfüçyus. Yaşadığımız her şey bir tecrübe, bir öğreti, üzerine düşünüyor muyuz yeterince peki?
Birinin kolunda boydan boya bir dövme gördüm, anlamı nedir diye sordum, başka dilde yazdırmış.
Konfüçyus’tan:
“Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.”
Bu vesile Konfüçyus okudum biraz, yeterince dayağını yedim, belki bir dövmesine de ben niyetlenirim.
Bu pazarın hikayesi budur;
Konfüçyus der ki:
3 büyük tehlike:
1- akıllı insanların duygusuz oluşu
2- duygulu insanların etkisiz oluşu
3- etkili insanların akılsız oluşu.Belki de sadece bu son üç maddeyi eklemek için bir sayfalık bahane arıyorumdur.
Evrensel'i Takip Et