18 Temmuz 2023 04:23

AB tartışmaları: Hesaplar, beklentiler ve gerçekler!

Avrupa Birliği

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsveç’in NATO üyeliğini onaylama tartışmaları bağlamında Türkiye’nin AB’ye üyeliğini gündeme getirmesi, Türkiye’de iki temel soru etrafında tartışılıyor.

Birincisi, Erdoğan bu çıkışı ile neyi hedefliyor?

İkincisi de özellikle Erdoğan’ın kurduğu baskı rejimine dikkat çekilerek “Türkiye, AB’ye üye olabilir mi?” sorusu etrafında yürütülen tartışmalar.

Hem Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta gerçekleştirilen NATO liderler zirvesinde AB üyesi ülke liderleriyle yaptığı görüşmelerde ve hem de daha sonraki açıklamalarında Türkiye’nin AB’ye üyelik başvurusu ve Türkiye-AB ilişkilerini gündemde tutmaya devam etmesi, Erdoğan’ın bu çıkışının hesapsız olmadığını ortaya koyuyor.

 Erdoğan, geçtiğimiz hafta cuma namazı çıkışı konuyla ilgili açıklamalarında “AB’nin Türkiye’ye yönelik olumlu adımlar atması” talebini bir kez daha gündeme getirmişti.

Erdoğan’ın bu çıkışı ile neyi hedeflediği sorusunun yanıtını vermek için birkaç noktaya dikkat çekmek gerekiyor.

Öncelikle Erdoğan da bu konuyu İsveç’in NATO üyeliğine destek vermeden önce gündeme getirirken Türkiye’nin bu pazarlıklar üzerinden AB üyesi olamayacağını çok iyi biliyor. Ancak Batı sermayesinin “adamı” olarak bilinen Mehmet Şimşek’i hazine ve maliyenin başına geçiren Erdoğan, bu çıkışı ile Batı sermayesine yüzünü Batı’ya dönmeye, daha fazla iş birliğine hazır olduğu mesajını vermiş oldu. Dolayısıyla iktidar yanlısı medya organları Erdoğan’ın AB çıkışını “Ustaca yapılmış bir hamle” gibi göstermeye çalışsalar da aslında bu hamleyi iktidarın yaşadığı sıkışmışlığın bir dışa vurumu olarak okumak gerekiyor.

Ukrayna savaşı sonrasında emperyalistler arasındaki egemenlik mücadelesinin belirginleştiği bir süreçte Erdoğan, NATO’nun ve Batılı emperyalistlerin Türkiye’nin kendi politik eksenlerine daha fazla bağlanması yönündeki baskılarına boyun eğerken, bunun karşılığında bazı tavizler koparmaya çalışıyor.

Zaten “Türkiye’nin 52 yıldır AB kapısında bekletildiğini” söyleyen Erdoğan da pazarlığı üyelik üzerinden değil, “vize serbestisi” üzerinden sürdürmeye çalışıyor.

Bilindiği gibi Türkiye-AB vize serbestisi diyaloğu mutabakat metni 2013’te, Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı döneminde Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması ile birlikte imzalanmıştı. Başka bir deyişle vize serbestisi pazarlığı, Suriye savaşı sonrasında ülkelerini terk etmek zorunda kalan milyonlarca mülteciye Avrupa’nın sınır kapılarının kapatılmasının, Türkiye’nin ‘AB’nin mülteci deposu’ haline getirilmesinin karşılığında gündeme getirilmişti. Ancak milyonlarca mülteciye hukuksuz bir biçimde AB kapılarını kapatan ve onları Türkiye’de “sığınmacı” adı altında statüsüz bir şekilde yaşamaya mahkum eden Geri Kabul Anlaşması uygulandığı halde vize serbestisi yönünde beklenen adımlar atılmadı.

Bir yandan milyonlarca mülteci ucuz emek gücü olarak kullanılırken öte yandan yeni zamlar, vergiler ve artmaya başlayan işsizlik karşısında iktidar, Türkiye vatandaşları için vize serbestisi konusunda bazı tavizler kopararak ya da en azından bu konuda bir beklenti yaratarak üzerinde oluşan ve artacağı şimdiden görülen baskıyı hafifletmeyi amaçlıyor.

Türkiye’deki baskı rejimine dikkat çekerek ve demokratikleşme bağlamı üzerinden “Türkiye, AB üyesi olabilir mi?” tartışması, daha çok muhalif kesimler tarafından yapılıyor.

Erdoğan iktidarının AİHM kararlarının uygulanmaması başta olmak üzere AB’nin ‘Kopenhag Kriterleri’nin uygulanmaması konusunda eleştirilmesinin elbette bir karşılığı bulunuyor. Bu kriterler ile her türlü demokratik hakkı ve hukuku yok sayan tek adam iktidarının uygulamaları arasında bir uçurum olduğuna da şüphe yok.  Ancak burada AB’yi “demokrasinin kalesi” olarak gören ve tıpkı 2000’li yılların başında olduğu gibi demokratikleşme konusunda AB’den beklentiyi yeniden canlandıran kimi liberal ve liberal-sol yaklaşımlara da dikkat çekmek gerekiyor. Çünkü AB’nin Türkiye ile üyelik sürecini yeniden başlatmasını ya da Erdoğan yönetimine ne kadar taviz verip vermeyeceğini ‘demokrasi kriterleri’ne bağlamak, bugün AB’nin içinde bulunduğu durumu ve daha önemlisi bu emperyalist birliğin asıl niteliğinin anlaşılmadığını gösteriyor.

Oysa geçtiğimiz günlerde Cezayir asıllı 17 yaşındaki bir gencin polis tarafından katledilmesi sonrasında yapılan gösterilere karşı sert bir tutum alan Macron’un içinden adeta bir Erdoğan’ın çıkması (Bu eylemler karşısında Macron da tıpkı Erdoğan’ın “dezenformasyon yasası” gibi sosyal medya ağlarının “Düzenlemesi ya da kesilmesi”nden söz etmişti) AB yönetimlerinin bu kriterleri ne kadar uyguladığı sorusunu gündeme getirmişti.

Öte yandan yine Fransa’da milyonlarca işçi-emekçinin yaygın grev ve protestolarına rağmen Macron yönetiminin bir avuç patronun çıkarları temelinde emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkartması da AB demokrasisinin hangi sınıfın demokrasisi olduğunu bir kez daha çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermişti.

Unutmayalım ki, 1 Kasım 2015 seçimlerini kazanmak için ülkeyi kaos ve çatışma ortamına sokan Erdoğan’a o dönem en büyük destek AB’nin merkez ülkesi Almanya’nın Lideri Merkel’den gelmişti. Merkel’in o dönem bu desteği Avrupa’ya olası mülteci akınını engellemek ve Geri Kabul Anlaşması’nın uygulanmasını sağlamak için vermesi de gerçeği değiştirmiyor. Aksine bu durum AB’nin önceliğinin demokratik kriterler değil, kendi emperyalist çıkarları olduğunu ortaya koyuyor.

Temmuz 2015-aralık 2016 tarihleri arasında Kürt kentlerinde tanklı-toplu savaş ve yıkım yaşanırken AB adeta üç maymunu oynuyordu. O dönem AİHM, Cizre’deki ‘vahşet bodrumları’ndaki yaralılarla ilgili -ki bu yaralılar daha sonra yakılarak katledildi- tedbir kararı alınması başvurusunu bile reddetmişti. AB’nin yüksek çıkarları söz konusuyken demokratik kriterlerin adı bile anılmıyordu.

Kaldı ki, bugün Almanya’da bile aşırı sağcı AfD ikinci parti konumuna yükselmiş ve bütün Avrupa’da aşırı sağ-neofaşist partiler giderek güçleniyorken AB’nin Türkiye ile müzakerelerinde “demokrasi kriterleri”nin öncelikli olduğu/olacağı varsayımının bir karşılığı bulunmuyor.

Sonuç olarak Erdoğan’ın AB çıkışını, iktidarının yaşadığı sıkışmışlığın bir sonucu ve bu sıkışmışlığı Mehmet Şimşek’in ekonominin başına getirilmesinde ifadesini bulan Batı sermayesine verilecek yeni tavizler üzerinden aşma isteği biçiminde değerlendirebiliriz. Dolayısıyla Batı sermayesini ülkeye çekmek adına işçi sınıfı ve ücretlilere ağır bedeller ödettirmeyi amaçlayan bir politikanın devamı olarak atılan bu adımın işçi sınıfı ve halklarımızın umutlanmasını gerektirecek bir tarafı olmadığı açıktır. 

Buna rağmen bu süreçte başta AİHM kararlarının uygulanması olmak üzere Erdoğan yönetimi üzerinde demokrasi ve hukuk alanında imza attığı uluslararası sözleşmelere uygun davranması yönünde baskı oluşturulması, demokrasi mücadelesinin bir aracı/olanağı olarak kullanılabilir. Fakat bunların demokrasi mücadelesinin bir aracı/olanağı olarak kullanılması ile bugün kendi kriterlerini bile uygulamayan AB üzerinden demokratikleşme beklentisi yaratılması birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü böylesi bir beklenticilik, işçi sınıfı ve emekçi halkların asıl değiştirici gücün kendileri olduğu gerçeğini bulandıran ve en çok Erdoğan’ın işini kolaylaştıran bir tutum olacaktır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa