Lozan tartışmaları ve Kürt sorunu!
Lozan'ın imzalandığı Beau Rivage Palace Oteli | Fotoğraf: AA
24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması, yüzüncü yılında farklı çevreler tarafından tartışılıyor ve bu tartışmalarda anlaşmayla ilgili farklı yorumlar yapılıyor. Ancak bu tartışmalar, geçmişte olup bitene farklı yorumlar getirmeleri dolayısıyla değil; tartışmaları yürüten çevrelerin siyasi yönelimlerini, geleceğe yönelik siyasi perspektiflerini yansıtmaları bakımından önem taşıyor.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucu metinlerinden biri olan Lozan Anlaşması, ulusalcı-milliyetçi çevrelerde adeta tartışılmaz ‘kutsal’ bir metin gibi görülüyor. Bu nedenle Erdoğan/tek adam iktidarına karşı olduklarını söyleyen bu çevreler, özellikle Kürt siyasi çevrelerinin Lozan üzerine yürüttüğü tartışmaları geleceği birlikte kurmanın, geleceğe dair yeni bir ittifakın dayanağı olarak görmek yerine “ihanet”, “bölücülük” olarak peşinen damgalıyorlar.
Türk burjuvazisinin en gerici ve saldırgan kesimleri, Erdoğan’ın tek adam iktidarının inşa sürecinde söylediği “Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştılar” sözlerinde ifadesini bulan yeni Osmanlıcı-yayılmacı emeller üzerinden Lozan’ı eleştiriyor. Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” olarak tanımladığı bu yayılmacı politika, Ege Denizi’ndeki adaların ve Musul-Kerkük’ün Lozan’da masada kaybedildiğini savunuyor. Dolayısıyla Erdoğan iktidarında ifadesini bulan bu çevrelerin eleştirileri, dün Osmanlı’nın hüküm sürdüğü daha geniş alanlarda yayılmacı emellerle ve savaşçı politikalarla birleşiyor.
Bugün ulusal hak eşitliği mücadelesini sürdüren Kürtler için Lozan Anlaşması, Kürdistan coğrafyasının parçalanmasının ve Kürtleri statüsüzlüğe mahkum etmenin temel metinlerinden biri olarak anlam kazanıyor. Kürtleri statüsüzlüğe mahkum eden ve İngiliz ile Fransız emperyalistlerinin 1916 tarihli gizli Sykes Picot Anlaşması’nda taslağı çizilen paylaşım haritası, Lozan’la belirginleştirilmiştir.
Burada 22 Ekim 1919 tarihli Amasya Protokolü’nden Lozan’a kadar Kurtuluş Savaşı’nı yöneten ve daha sonra cumhuriyeti ilan eden kadroların bu süreç boyunca Kürtleri iki kurucu unsurdan/ulustan biri olarak tanımladıklarını ve Kürtlere özerklik vadettiklerini de not etmek gerekiyor. Ancak cumhuriyetin ilanıyla birlikte Türk burjuvazisinin çıkarları temelinde Kürtlerin inkarı üzerine kurulan tekçi ulus-devlet politikaları uygulamaya konmuş, o günden bugüne “Devletin Türk’ten başka millet tanımadığı”, “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğu” değiştirilemez bir anayasa maddesi haline getirilmiştir.
Lozan görüşmelerinde TBMM’yi temsil eden İsmet İnönü ile İngiliz emperyalistlerini temsil eden Lord Curzon arasında Musul-Kerkük’ün aidiyeti konusunda sürdürülen tartışmalar, her iki tarafın da Kürtlere ve Kürt sorununa yaklaşımını çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyordu. İnönü, görüşmelerde Kerkük için Türkmenlerin ve Kürtlerin; Curzon ise, Arapların ve Kürtlerin çoğunlukta oldukları listeler sunmuşlardı. Her iki listenin ortak noktası, buradaki nüfusun büyük çoğunluğunun Kürt olduğunun kabul edilmesiydi. İnönü, Kürtlerin Türkler/Türkmenlerle birlikte Misakımilli’nin bir parçası olduğunu ileri sürüyor, Curzon ise Misakımilli’nin Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerle sınırlı olduğunu, dolayısıyla Kürtlerin ve Arapların çoğunluğu oluşturduğu Musul ve Kerkük’ün bu sınırların dışında olduğunu savunuyordu.
Burada dikkat çekici olan her iki tarafın Kürtleri kendi tezlerini (temsil ettiği güçlerin çıkarlarını) savunmanın bir dayanağı olarak kullanmaya çalışırken aslında Kürtlerin ulusal varlıklarını ve bu varlıktan kaynaklı haklarını tanıma yönünde hiçbir girişimde bulunmamalarıdır.
İngilizlerin ‘Irak Yüksek Komiserliği vekili’nin yaptığı değerlendirme, bu dönemde Türk tarafı ve emperyalistler arasındaki pazarlıkların arka planındaki gerçeği gözler önüne seriyordu: “Türklerin Güney Kürdistan kararlılığı bizim Irak’taki Kürt bölgelerine özerklik vereceğimiz inancına dayanmaktadır. Bu, Türk idaresine bırakılan Kürtlerin tepkisine yol açacak ve bunları özerklik istemeye zorlayacaktır.(…) Türkiye’ye değişen bu koşullarda Sevr anlaşmasında yer alan Kürtlere özerklik fikrinden vazgeçtiğimizi ve amacımızın Musul tarafındaki sınıra kadar olan tüm Kürt bölgelerini Mezopotamya’da birleştirmek olduğunu resmi olarak taahhüt edersek, sınır görüşmelerinin önemli ölçüde rahatlayacağını düşünmekteyim.” (Ahmet Mesut, İngiliz Belgelerinde Kürdistan. Doz Yayınları, s.141)
Bu pazarlıkların bir sonucu olarak, Lozan ve sonraki anlaşmalar Kürdistan coğrafyasının parçalanması, Kürtlerin ulusal varlıkları ve haklarının yok sayılması temeli üzerine yapıldı. Çünkü İngiliz emperyalistleri için önemli olan Kürtlerin hakları değil, buradaki petrol yataklarıydı!
Ancak burada bugünden bakarak tarihi okuyan/yorumlayan kimi Kürt çevrelerinin yaptığı yanlışlara da düşmemek gerekiyor. Çünkü Kürtlerin statüsüzlüğe mahkum edilmelerinde ve coğrafyalarının parçalanmasında o dönem bu politikalara karşı koyabilecek güçlü bir ulusal hareket ve örgütlenmeye sahip olmamalarının rolünü de unutmamak gerekiyor.
İkinci olarak, Lozan’ın yüzüncü yılı dolayısıyla konferanslar düzenleyen kimi Kürt çevrelerinin değerlendirmelerinde geçmişe dair çarpıklıklar olduğu ve bunun bir sonucu olarak bugün de emperyalistlerden bir beklenti içinde bulunduklarına işaret etmek gerekiyor. Bu çevreler, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin kuşatmasına karşı Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’ye yardım ederken ulusların kaderleri tayin hakkını bu yardımın koşullarından biri olarak öne süren sosyalist Sovyetler Birliği’ni (bkz. Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin’in 3 Haziran 1920 tarihli mektubu) emperyalistlerle aynılaştırırken bugün de emperyalistlerden beklenti içinde olduklarının bir ifadesi olarak Wilson İlkeleri’ni kurtarıcı biçiminde gösteren bir yaklaşım ortaya koyuyorlar.
Oysa ABD Başkanı Wilson tarafından 1918’de açıklanan ilkeler, self-determinasyon hakkının (kaderini tayin hakkı) kullanım alanını Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda yenilen ülkelerle sınırlamakla kalmıyor, bu hakkın tanındığı iddia edilen halkların/ulusların kendilerini yönetebileceklerini ispat edinceye kadar mandacı (emperyalist) devletler tarafından yönetilmesini öngörüyordu. Böylece sömürgecilik, “Geri ulusların desteklenmesi” örtüsünün altına gizleniyordu-ki, Wilson İlkeleri ile ilgili en önemli yanlışlardan biri de sosyalistler tarafından çok daha önce tanınan ve Ekim Devrimi’yle uygulamaya konulan self-determinasyon hakkının ilk kez bu ilkelerle tanındığı yönündeki görüştür.
Burada derdimiz geçmişe takılıp kalmak değil, Sovyetler Birliği’ni Kürt karşıtı gibi göstermenin ve bu dönemin yarattığı devrimci birikim ve imkanların reddedilmesinin Kürtlerin ulusal özgürlük mücadelesine bir katkısının olmayacağı gibi bu yaklaşımların emperyalistlerin istismarcı politikalarına alan açacağına dikkat çekmektir.
Sonuç olarak, yüzüncü yılında Lozan üzerinden yapılan tartışmalar mücadelenin güncel ihtiyaçları bakımından da önem taşıyor.
Lozan’ın Kurtuluş Savaşı’nın bir devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu metinlerinden biri olması, bu rejiminin hızla köylülere, işçilere ve ezilen Kürt halkına karşı bir baskı rejimine dönüştüğü, başka bir değişle antidemokratik bir karakter kazandığı gerçeğini değiştirmiyor.
İkinci olarak; Lozan, emperyalistler için ezilen ulusların haklarının ancak, çıkarlarına hizmet ettiği yerde ve hizmet ettiği kadar geçerli olduğunu ve bu nedenle emperyalizme karşı mücadele edilmeden kurtuluşun mümkün olamayacağını da çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.
Öyleyse Lozan’dan yüz yıl sonra önümüzde işçi sınıfı ile ezilen halkların iş birlikçi ülke gericiliğine ve emperyalizme karşı birleşmeleri ve kendilerinin söz sahibi olacakları demokratik-halkçı bir gelecek için mücadeleyi büyütmeleri dışında bir seçenek bulunmuyor.
- Türkiye-İsrail rekabeti ve Kürt sorunu 07 Ocak 2025 05:30
- Suriye’deki gelişmeler ve kapısı aralanan yeni ‘süreç’ 03 Ocak 2025 07:30
- Öcalan'ın mesajı ve yeni sürecin işaretleri 30 Aralık 2024 12:47
- HTŞ yönetimi ve Suriye'nin etnik-dinsel fay hattı 27 Aralık 2024 06:20
- Suriye ve yeni Osmanlıcılık 24 Aralık 2024 05:00
- Düğüm yine Kobanê'de çözülecek! 20 Aralık 2024 05:30
- Yeni Suriye kurtlar sofrasında! 17 Aralık 2024 05:00
- Ankara'da Rojava pazarlığı 13 Aralık 2024 10:10
- Esad rejimi sonrası Suriye ve Ortadoğu’yu ne bekliyor? 10 Aralık 2024 05:30
- Adı konulmamış ‘süreç’te Rojava çıkmazı! 06 Aralık 2024 06:45
- Cihatçı saldırının yol işaretleri ve Halep'te kesişen yollar 03 Aralık 2024 06:55
- HTŞ’nin Halep saldırısının arkasındaki güçler ve hesaplar 30 Kasım 2024 06:50