Meğer tek eksiğimiz Atatürkçülükmüş! -1
Disney+ tarafından yayınlanan Atatürk dizisi fragmanından alınmıştır.
Fatih Yaşlı, Disney Plus’ın Atatürk dizisini yayımlamaktan vazgeçmesi ve buna karşı ülkedeki dinci gericilerin Atatürkçü kesilmesi üzerine dikkat çekici değerlendirmelerde bulunuyor. Yaşlı, önceki gün Sol haber portalında yayımlanan yazısında “Varoluşlarının temel nedeni Cumhuriyet’in kurucu felsefesiyle hesaplaşmak ve fiili bir şeriat rejimi kurmak” olan İslamcıların “Atatürkçü kesilmesi ve bundan bir hegemonya üretmesi”ni ülkenin içerisinde bulunduğu “anomali” ile açıklıyor ve bunda CHP başta kendine Atatürkçü diyen burjuva muhalif güçlerin sorumluluğuna işaret ediyor.
Yazıdaki değerlendirmeleri burayla sınırlı kalsaydı diyecek bir sözümüz olmazdı fakat Yaşlı, yazısının devamında Atatürkçülük ve sosyalist sol arasında ‘varoluşsal’ bir ilişki kurmakla kalmıyor Atatürkçülüğü de kendisini var eden tarihsel süreçlerden soyutluyor ve ona sınıflar üstü ilerici vasıflar yüklüyor. Yaşlı’nın değerlendirmeleri bugün sosyalist sol içinde kendini tanımlayan çevrelerin azımsanmayacak bir kesiminin görüşlerini yansıttığı için burada eleştirilmeyi hak ediyor.
Yaşlı, yazısında “90’lı yıllar boyunca Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi Kemalist aydınlar’ katledilerek İslamcılık ve liberalizm için ‘düşünsel bir saha temizliği’ yapıldığını söyledikten sonra “Atatürkçülüğün siyasal alandaki yokluğunun başka bir nedeni solun yokluğudur” diyor ve ardından sosyalist sol ve Atatürkçülük arasında kurduğu ‘varoluşsal’ ilişkiyi şöyle açıklıyor: “Sosyalistler 1960’lı yıllarda Atatürkçülüğü yeniden yorumlamış, güncellemiş ve onu dönemin antiemperyalist ruhunun nirengi noktası haline getirerek kitlelerle buluşturmuştur. Atatürkçülük de bir meşruiyet zemini olarak solun popülerleşmesini ve toplumsallaşmasını kolaylaştırmıştır (…) Bağımsızlıkçı, yurtsever, antiemperyalist ve ilerici bir solun siyasette güçlü bir aktör olarak yer almadığı bir dönemde, soldan etkilenip bu saydıklarımızla ilişkilenen bir Atatürkçülük de söz konusu olamamakta, solu popülerleştirecek bir Atatürkçülüğün yokluğunda her ikisinin zayıflığı karşılıklı olarak bir tür kısır döngü yaratmaktadır.”
Evet, yazarımız Atatürkçüler ile sosyalistlerin “Büyümelerinin koşullarından birinin siyaset sahnesinde birlikte var olmalarına” bağlıyor ve dahası Atatürkçüler ile sosyalistlerin “Bağımsızlık, yurtseverlik, kamuculuk, halkçılık, laiklik gibi başlıklarda birbirleriyle ortaklaşabildiklerini” iddia ediyor. Yetmiyor, Yaşlı, Atatürkçülük ile sosyalist sol arasında kurduğu bu varoluşsal ilişkinin bir gereği ya da sonucu olarak sosyalist solun da öncelikli görevini de “Sınıf mücadelesi ile laiklik mücadelesini bir araya getirmek” biçiminde yeniden tanımlıyor.
Yazarımıza haksızlık etmemek için yapılan bu uzun alıntılardan sonra şimdi tartışmaya geçebiliriz.
Öncelikle Atatürkçülüğün ya da Kemalizm’in ilerici yönünün abartılması ve ona sahip olmadığı devrimci vasıfların yüklenmesi, Türkiye solunda eski (Şefik Hüsnü) TKP’den kalma bir hastalıktır. Kemalizm, Kurtuluş Savaşı sürecinde cılız da olsa antiemperyalist bir karakter taşıyan bir burjuva hareket ve onun ideolojisi olmaktan çıkartılıp “Sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitle”nin hareketi ve ideolojisi olarak konumlandırıldığında sınıflar üstü ilerici değerlerin de taşıyıcısı haline gelmektedir. Ancak o zaman kendini Kemalist/Atatürkçü olarak tanımlayan siyasal çevrelerin (Ergenekoncuların) en azından bir kısmının Kürt sorunu ve “Mavi Vatan” gibi konularda Erdoğan rejimiyle neden kader birliği yaptığı ya da bugünkü tekelci burjuva muhalefetin başını çeken CHP’nin neden ‘Atatürk ilkeleri’ni savunmaz/savunamaz hale geldiği de anlaşılmaz olmaktadır.
Sınıf mücadelesinin yerine “Asker-sivil aydın zümre” konduğunda İslamcılık ve liberalizmin egemenliği, Türkiye kapitalizminin emperyalizmle bağımlılık ilişkileri içinde geçirdiği değişim ve bu temelde egemen sınıfın kendi içindeki ve asıl olarak işçi-emekçilere karşı sürdürdüğü mücadelenin bir sonucu olarak değil, Kemalist aydınların tasfiyesiyle izah edilebilmektedir.
Oysa Kemalist hareket, Türk burjuva hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı sürecindeki cılız antiemperyalizmini Cumhuriyet’in ilanı ve feodal devletin (Osmanlı) tasfiyesi sürecinde attığı kimi ilerici (Hilafetin ve saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin ilan edilmesi, medeni kanunun kabul edilmesi, laiklik ilkesinin benimsenmesi gibi) adımlarla devam ettirmiştir. Ancak Kemalizm’in Türk burjuva hareketi olduğu kabul edilmeden ne ulusal hak eşitliği isteyen Kürtlere karşı yapılan katliamlar ve ne de cumhuriyet rejiminin işçilere ve köylülere karşı bir baskı rejimi haline gelmesi gerçeği anlaşılamaz. Kendi egemenliğini (pazarını) Kürtlerle paylaşmamak için Kürt hareketlerini ezme politikasını izleyen Kemalist burjuvazi, feodal güçlerle de uzlaşarak bir toprak reformuna en başından karşı çıkmış ve süreç içinde emperyalizmle de bağımlılık ilişkilerini geliştirmiştir.
Siyasal analizler sınıf ilişkilerinden ve mücadelesinden arındırıldığında 1968’lerde antiemperyalist hareketlerin dünya genelinde yükselişe geçmesiyle de bağlantılı olarak Türkiye’de ortaya çıkan devrimci hareketlerin Kemalist hareketin ve önderlik ettiği Kurtuluş Savaşı’nın cılız antiemperyalizmini sahiplenmesinden tıpkı Fatih Yaşlı’nın yaptığı gibi bu iki hareket arasında ‘varoluşsal’ bir ilişki kurma noktasına varılabilmektedir. Oysa Yaşlı’nın kurduğu ‘varoluşsal’ ilişkinin aksine Türkiye’de işçi sınıfı hareketi ve sosyalist solun en güçlü olduğu dönem, bu hareketlerin Kemalizm ile birlikte yürüdüğü değil, ciddi bir hesaplaşmaya girdiği 1980 darbesi öncesi dönem olmuştur.
Türkiye’de Kemalizm ile sosyalizm arasında ‘varoluşsal’ bir ilişki kurmayı amaçlayan en önemli girişim, 1960’lı yıllarda Doğan Avcıoğlu’nun teorisyenliğini yaptığı YÖN hareketiydi. Bu hareketin çıkış noktası, Türkiye’de kapitalizmin gelişmediği tespiti üzerinden sınıf mücadelesinin yerine “ordu-gençlik-sivil aydın zümre”nin geçirilmesi ve ucu “ilerici darbe”lere varan “kalkınmacı” bir siyasal hattın savunulmasıydı.
Bugün Fatih Yaşlı’nın Atatürkçülük ve sosyalist sol arasında var olduğunu iddia ettiği ilişki ya da kader ortaklığı, TKP’nin 2000’li yılların başında kurduğu “Yurtsever Cephe”nin de çıkış noktasıydı. TKP, İslamcı-liberal burjuvaziye karşı ordu ve bürokrasi içindeki “bağımsızlıkçı-ilerici” güçleri Yurtsever Cephe’de birleşmeye çağırıyordu ki aynı politika TKP’nin “sosyalizm” vurgusunun yerine “millilik” vurgusunu öne çıkararak Perinçek tarafından da savunuluyordu.
Bir burjuva hareket olarak Kemalizm/Atatürkçülük, kendisini var eden tarihsel süreç ve ilişkilerden kopartıldığında süreç içinde geçirdiği değişim de anlaşılmaz olmakta ve kendisine sınıflar üstü bir ilericilik vasfı yüklenerek “Yurtsever asker ve bürokratların Yurtsever Cephe’de birleşmeye çağrılması” mümkün olmaktadır. Oysa Cumhuriyet rejiminin bugün oldukça sınırlanmış kazanımlarının sahiplenmesi ile Atatürkçülükle kader birliğinin savunulması farklı şeylerdir. Çünkü Kemalist/Atatürkçü burjuvazi, 1921’de Mustafa Suphilerin Karadeniz’de boğdurulması ve 1922’de 1 Mayıs’ın yasaklanmasından bugüne Türkiye sol-sosyalist hareketi karşısında kendi sınıfsal tavrından hiç şaşmamıştır.
- ‘İşgalci ülke’ açıklaması ve Erdoğan iktidarının Suriye’de alarm veren politikası 19 Kasım 2024 05:00
- Trump'ın Ortadoğu'su ve Erdoğan'ın Kürt sorunu 12 Kasım 2024 04:45
- Devlet ‘yeni sürece’ kayyım atadı! 05 Kasım 2024 05:04
- Yeni ‘süreç’: Demokratik siyasete kurt kapanı 01 Kasım 2024 05:03
- Putin’e ‘Esad’ ricası ve Kürt sorununun çözümü 29 Ekim 2024 12:34
- Bahçeli’nin açıklamaları, TUSAŞ saldırısı ve Öcalan’ın mesajı 25 Ekim 2024 15:04
- Fethullah Gülen: Emperyalizm ve iş birlikçi gericiliğe adanmış bir yaşam 22 Ekim 2024 04:34
- Irak Kürdistan seçimleri ve bölgesel etkileri 18 Ekim 2024 05:00
- İktidarın "Savaş vergisi" barış ve güvenliği sağlar mı? 14 Ekim 2024 04:51
- 'Cumhur'un eli ve siyasi dizayn 11 Ekim 2024 05:00
- Bölgedeki ateş çemberi ve pergelin sivri ucu 08 Ekim 2024 04:49
- Erdoğan’ın ‘Filistin davası’ ve hamasetin örtemediği gerçekler 07 Ekim 2024 04:57