26 Ağustos 2023

Siyaset ekonomi ilişkisi

TBMM | Fotoğraf: Nursima Özonur / DHA

Siyaset ile ekonomi ilişkisi çoğu durumda çift yanlı gibi görülse de bana göre ekonominin siyaset üzerindeki ağırlığı tartışmasızdır. Karar mevkisinde siyasi otorite bulunduğu için kararların hazırlanış ve çıkış yerinin siyasi otorite olduğu düşünülür. Evet, görünüş böyledir ancak bu görünüşün arkasındaki gerçek çok farklıdır. Örneğin, 1980’lerde İngiltere’de Margaret Thatcher, aynı dönemde ABD’de Ronald Reagan neoliberalizm olarak bilinen ekonomi uygulamalarını başlattılar. Bu durumda, neoliberalizmin başlatılmasından Thatcher ve Reagan’ı sorumlu tutabilir miyiz? Kesinlikle hayır! Zira o dönem koşullarında iktidarda kim olsa idi aynı kararları almak ve uygulamak durumunda kalacaktı çünkü alınan kararlar, ülkelerin, daha doğrusu dünya ekonomisinin içinde bulunduğu koşullar dayatmasının kaçınılmaz ürünü idi. Hatta biraz daha zorlarsak, Almanya’da uygulanan Hitler rejimini de Hitler’den çok Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın ağır borç tazminatına mahkum edilmesinin sonucu olarak görmek, siyasi liderin kişilik özelliklerine bağlamaktan çok daha bilimsel bir yaklaşımdır.

Bu faslı kapatmadan şunu ilave etmem gerekir ki ekonominin zorlamaları ifadesini, halkların değil de ekonomiye başat kesim ya da grupların çıkarlarına göre şekillenen tercih ve zorlamalar olarak algılamak durumundayız. Ekonomide yatırım, istihdam ve ihracat gibi kararları alanlar siyasiler değil, sermaye sahipleridir. Sermaye sahipleri bu yöndeki kararlarını kolaylaştıracak vergisel ya da yönetsel kararları siyasilere dayatır ve siyasi erke bu yönde kararlar aldırırlar.

Siyasetin ekonomi ile ilişkisi bağlamında kesinlikle unutulmaması gereken önemli bir husus da, günümüzün küreselleşme koşullarında ulusal siyasi yapıların ulusal sermaye çıkarından çok uluslararası sermayenin çıkar yörüngesine girmiş olmasıdır. Hal böyle olunca, geçmişin ulusal ekonomi programlarının yerini günümüz koşullarında uluslararası sermayeye hizmet programları almış bulunmaktadır.

Böyle bir yazı boyutunda ancak bu kadar söz edilebilecek genel yaklaşımdan sonra Türkiye koşuluna gelip, AKP yönetiminde yaşadığımız, kimilerince her daim olumlu, kimilerince her daim olumsuz, kimilerince ise parçalı/dalgalı politikalar manzumesi ile ekonomi arasındaki ilişkiye bir göz atalım. Kişisel kanaatim şudur ki olağan bir siyasi parti özelliğinden çok, bazı misyonlarla iktidara gelmiş/taşınmış olan cemaat/kabile özelliğindeki siyasi yapı, tüm dinci-gerici muhafazakar dokusuyla küreselleşen çokuluslu sermayenin hizmetine koşulmuştur. Bu sürecin suhuletle işletilebilmesi, parlamenter sisteme son verilmesi ya da zayıflatılmasını, akademi, hukuk ve medyanın baskı altına alınmasını, sermaye kesimi, bürokrasi ve silahlı kuvvetlerin irade zafiyetine uğratılmasını gerektirmiştir. Öyle ki emperyalistin ülke üzerindeki sömürücü kararları denetimsiz ve itirazsız kabul edilip, uygulanabilsin. Maalesef ancak bir sömürge devletinde görülebilecek uygulamalardan, yabancı şirketlerin ormanlarımızı ya da madenlerimizi talan ederken vergilerimizle kurup beslediğimiz güvenlik güçlerinin, yerine göre ordu mensuplarının sömürücü şirketlerin yanında, kendi halkı aleyhinde göreve sürülebilmesi siyasetin kimin/neyin erki olduğunun delilidir.

Ve gelelim faiz-fiyat siyasetine; bu politika bir cehalete komedisi değil, dayatılan gerçek bir siyaset idi. Hiçbir devletin, yönetsel kurum ve kurallarıyla, ne denli bağımsızlıktan uzak ve bir merkeze bağlı olsalar da, belirli güçlü çıkar merkezimin başat dayatması olmadıkça bu denli görüntüsel cehalet sergileyemezler. Bu durum öylesi bir görüntüdür ki her ne ya da kim idi ise o güç, siyasi erke son faiz oyununu oynatırken, siyasi otoritenin ve o otoriteyi oylarıyla iktidara taşımış ve orada kaim kılmış halkımızın aklı ile alay etmiş oldu!

Niçin böyle bir yargıya varıyorum? Bu konuyu deşmek için, faiz inadı ve onun sonucu gibi gözüken döviz yükselişi, zincirleme etkisiyle oluşan denetlenemez fiyat artışları, maaş ve genelde yaşanan gelir erimeleri yanında, KDV artışı, memur maaş zamları yetersizliği gibi araçsal konulara takılmadan, tümünü bir çuvala koyup, çuvala bir etiket koyarak siyasetin ana amacını netleştirebiliriz. Torbaya yapıştıracağımız etiket ‘ülkenin değersizleştirilmesi’ olacaktır. Evet, ülke dışına olduğu kadar, ülke içinde de müthiş servet transferleri yapılarak bazı küçük kesimler, halkın yoksullaşması pahasına beslenmiştir. Ülkede anormal maliyetlerle iş yapmış olan ve yapan çok uluslu sermaye kurumlarının kârları halkın fedakarlığı karşılığında astronomik değerlere yükselmiştir. Değerli kamu kuruluşları zaten çoktan pula dönüştürülmüş, fakat özel sektör bünyesindeki değerli sanayi tesislerimiz de kapital değerleri ermiş olduğundan/olacağından yabancılara devredilmiş olabilir. Sermayenin vatanı yoktur, ama sermayenin sömürü yolu ile birikiminin hangi ülke sınırları içinde mülkiyet oluşturduğu önemlidir. Bunların da ötesinde İstanbul ve Boğazlar sadece yerel yönetim olarak AKP’nin ağzını sulandırmıyor, aynı zamanda yabancıların rezidans ya da işletme yönetim merkezleri olarak da ilgisini çekiyordur. Bazı aklı evvel meslektaşlarım Türklerin de ABD ve sair yabancı ülkelerde mülk aldıklarını, bunun karşılığında yabancılara da Türkiye’de mülk alma kolaylığının olması gerektiğini ileri sürmektedirler. Aynen göçmen konusunda olduğu gibi, bu konunun da çok etraflıca tartışılması gerektiği kanaatindeyim. Ne diyebilirim ki Allah akıl fikir versin!

Konuyu daha fazla dağıtmadan ana konumuza dönersek, ne denli merkezi yönetim sisteminde olursa olsun, hiçbir devletin son faiz uygulaması inadını bir tarafa bırakalım, gündeme dahi getirilmesi söz konusu olamazken, biz bunu nasıl yaptık ya da yaptırıldık mı? Bu noktada 2000 IMF-Derviş programını hatırlayalım. Ha-Joon Chang’ın, gelişmekte olan ekonomilerin kendi gelişme dönemlerinde uygulamadıkları politikaları günümüz gelişme aşamasındaki ülkelere dayattıkları, telkinini dahi sollayarak kendimizi neo-liberalizmin kucağına atmadık mı? Peki, neoliberalizm, küresel çöküşe çare olarak ekonomik araçlarla çevrenin sömürülmesini hedeflemiyor mu idi! Bütçeden bir kuruş dahi çıkmadan bu kadar alt-yapı Türkiye aşkına mı yapıldı, acaba! Bunların ağır faturası bir şekilde ülkenin önüne koyulmayacak mı idi! Şimdi bu kırıntıları birleştirelim ve içine bir sürü araçsal malzeme attığımız çuvalın asıl hedefini saptayalım. Siyasilerin gururla sözünü ettiği ulusal gelir yükselirken halkımızın bir kısmı fakirleşti ise ülke içinde birileri zenginleşti demektir. Yine ulusal gelir yükselirken cari açık büyüyor ise yabancı tasarrufları, ileride faizi ile ödemek şartıyla, borç olarak kullanıyoruz demektir. Bu iki alanı bir arada ele alırsak, halkımız nesiller boyu kanı ve canı ile hem yabancılara kaynak aktarıyor hem de içeride varsıl kesime eriyor demektir.

Bir ana partiden sökülerek henüz iki aylık kadar kısa sürede örgütlen(diril)en bir parti nasıl oldu iktidara taşındı da yirmi yılı aşkın süredir, felsefesinden arındırılmış şekilsel dincilik anlayışı ile iktidarda tutulabildiğini; ülkenin nüfus bileşiminin şimdilik hafifçe hissedilir şekilde, 10-15 yıl sonra ise ciğerimizi sökercesine değiştirilmeye çalışıldığını neden siyaset felsefesi bağlamında anlamaya çalışmıyoruz ki! Henüz tüm kanallar tüketilmemiştir. Önümüzdeki yerel seçimler her şeyi yeniden kurgulama rayına oturtabilir ve Türkiye’mizi kurtarıp, koruyabiliriz. Lütfen unutmayalım. Bugün 26 Ağustos!

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Palavra çöktü

Palavra çöktü

Merkez Bankası, 2025 yıl sonu enflasyon tahminini, daha yılın ilk sunumunda yüzde 21'den yüzde 24'e yükseltti. Enflasyonu düşürme bahanesiyle 20 aydır ücret ve maaşlara saldıran ekonomi yönetiminin hiçbir öngörüsü gerçekleşmedi. Enflasyonun temel sebebinin iç talep ve ‘ücret artışları’ olduğu palavrası tamamen çöktü.

2025’te asgari ücrete yüzde 30 zam

Memur ve emeklilere yüzde 11.54 zam

İşçi emeklilerine yüzde 15.75 zam

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
RTÜK Başkanı “Ülkemizde olumlu olaylar olmuyormuş gibi haber servis ediliyor” deyip ‘yandık’, ‘bittik’ haberleriyle karamsarlık aşılandığını savundu, ceza tehdidinde bulundu.

Evrensel'i Takip Et