Hakikat, özgürlükler ve otosansür
Fotoğraf: Pixabay
Üç günü bir Ege kasabasında geçirdim. Deniz pırıl pırıl ve sakin, hava sıcak, tahminimden çok daha fazla kişi hâlâ tatilde. O yeryüzü cennetine baksan ülke şahane. O kıyı şeridi -henüz- parsel parsel satılmamış, ağaçlar -henüz- kesilmemiş. Rus mafyası tatilini orada geçirmiyor. Yerli mafya da çete savaşlarını oralarda yapmıyor anlaşılan. Şöyle bir normallik hissi kaplıyor insanı. Ülkede olup bitene bakmasan güzel, özgür, sorunsuz bir ülkede yaşadığını düşüneceksin. Ama gel gör ki bu ülkenin gerçekleri bambaşka. O güzelim deniz, hava ve yemyeşil doğa bile sorunların, adaletsizliklerin üzerini örtemiyor. Kaldı ki o son güzellikleri de tamamen tüketmemize az kaldı. Talancı bir türüz biz, güzellikleri yağmalayıp yok etmekte üzerimize yok.
Ülkenin gerçekleri nereye gidersen git, dağları, denizleri aşıp buluyor seni. Kaçamıyorsun. Kalbini sıkıştırdıkça sıkıştırıyor. Üniversite ve bilim bitmiş, ama rektör Togg ile poz vermiş. Eğitim içler acısı halde, her durumda ilk feda edilen hale gelmiş. O içi boş eğitimi alabilsin diye aileler bulup buluşturup çocuğunun kitabını defterini alma çabasında. Gönderebilen zaten göndermiş çocuğunu yurt dışına, kurtulsun bu ülkeden diye. Gönderemeyen de eğitim masraflarının üstesinden nasıl geleceğiz derdinde. Onca masraf da bol sansürlü ve niteliksiz bir eğitim için. Her düzeyde. Üniversitede öğretim üyelerinin çoğunluğu ya suskunluğa gömülmüş ya da “Biat et rahat et” diyor. Derdi mi ki bir nesil heba olmuş… Araştırma riskli iş. Hadi yaptın bilimsel araştırmayı, bakalım rektör izin verecek mi o araştırmanın sonuçlarını kamuyla ve bilim dünyası ile paylaşmana? İyisi mi otur oturduğun yerde.
Bir de bunun ders anlatma boyutu var. 2017 yılında, biz üniversiteden uzaklaştırıldıktan sonra, bir meslektaşım odasından sınıfa giderken karnına ağrılar girdiğini söylüyordu, ben şimdi derste ne anlatacağım diye. Sosyal bilimlerde iş iyice zor, A dersin B anlar, başına bir sürü iş açarlar. Düşünüyorum da otosansürün de bir tarihi var bu ülkede. Hafif yollu da olsa bir otosansür uygulamadığınızda işin sonu öldürülmeye kadar gider. Sansüre baş eğmemenin bedeli çok ağır. Hrant Dink’ten Tahir Elçi’ye çok sayıda örneği var. Kelimelere çok hassas bir coğrafyada yaşıyoruz. Kelimeler cümlelere dönüştüğünde hassasiyetin derecesi de artıyor. Düşünmeye ise alerjisi var. Hukuk da düşüneni hedefine almış, alerjisi olanı değil.
Otosansürün de bir tarihi var demiştim ya, hızlı bir bakışla tıpkı Kondratieff Dalgaları gibi, genişleme ve daralma dönemleri var. Özgürlüklerle ters orantılı. Özgürlüklerin genişlemesi hiçbir zaman öyle çok fazla değil, daralmaya gelince, o boğup atacak kadar fazla! Bu özgürlükler, sansür ve otosansür tarihinin, 2005’te doktorayı bitirip Fransa’dan döndüğümden beri epeyce inişli çıkışlı bir seyri var. O yıl ders vermeye başladığımda bazı kelimeleri kullanmaktan imtina ettiğimi fark ederdim. Bazı konulara derslerde girmezdim. Birinci tekil şahıs kullandığıma bakmayın, bu kişisel bir tarih değil, bizzat ülkenin tarihi! Sonra, 2010’lara yaklaşırken bir nebze rahatlama oldu. Türkiye’nin siyasal hayatı, siyaset sosyolojisi, sosyolojiye giriş gibi derslerde okuma listelerini, izlettiğimiz film ve belgeselleri daha bir “özgür” seçebilir olduk. Meseleleri derslerde görece rahat tartışabildik. 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar süren görece özgür bir dönemdi bu. 2015 yılı bahar aylarında seçimler yaklaşırken ortam da değişmeye başlamıştı. Derslerde sivil polisler arttı. Birinci sınıflara okuttuğum bir romandan ötürü ders çıkışında “biri” beni tehdit bile etti. Sonra giderek ihbarcı öğrenciler arttı. İncir çekirdeğini doldurmayacak şeylerden soruşturmalar başladı. Biz A derken, hayır B dedin diyeydi çoğu.
2015’te başlayan ama aslında her daim var olan ancak bu dönemde -görece- özgürlüklerde yeni bir daralma seyri izleyen bu sansür ve otosansür dalgası halen devam ediyor. En ağır haliyle. Dalgalar benzetmem yanıltmasın, görece rahatlama dalgasında bile düşüncelerinin bedelini ağır ödeyenler olduğu gibi, sansürün ve otosansürün en yoğun uygulandığı dönemlerde sözünü esirgemeyen, hakikati dillendirenler de vardı, var olmaya da devam ediyor. Tıpkı şu günlerde sözlerinden ötürü hedef haline gelen ancak hakikati her daim söylemekten vazgeçmeyen Sezgin Tanrıkulu gibi.
Neyse ki tarih sadece baskı ve zulümden ibaret değil, baskı ve zulme direnip hakikati söyleyenlerin de tarihi. Neyse ki!
- Umutla umutsuzluk arasında 2024 27 Aralık 2023 04:30
- Adabımuaşeret dersleri 20 Aralık 2023 04:42
- Zor zamanların dostu Tunç Soyer 13 Aralık 2023 04:57
- Bir mülksüzün konut krizi hatıratı 29 Kasım 2023 04:50
- Hukuk devletinde sona doğru 15 Kasım 2023 04:50
- Siyasetle ve siyaset için yaşayan kişiler 08 Kasım 2023 04:45
- Zordur barış akademisyeni olmak 01 Kasım 2023 04:57
- Filistin halkına destek, İsrail hükümetini protesto eylemleri 25 Ekim 2023 04:50
- Gazze'deki savaş Fransa'yı da yakar 18 Ekim 2023 04:20
- Gerçek dışı bir mekan olarak üniversiteler 04 Ekim 2023 04:57
- Göçmen karşıtlığından beslenen particiler 27 Eylül 2023 05:26
- İklim krizi önce yoksulları vurur 13 Eylül 2023 05:05