Geberemeyesice!

Kont filminden bir sahne
Her şeyin azı karar, çoğu zarar demiş atalarımız. Şili sinemasının yakın döneminin en dikkat çekici ismi Pablo Larraín’in Pinochet diktatörlüğüne dair sinema yolculuğu için bu sözü hatırlamanın zamanı geldi.
Pablo Larraín 2005’te 29 yaşındayken yönettiği Fuga ile dikkatleri çektikten sonra Allende iktidarını 1973’te kanlı bir darbeyle deviren Pinochet’nin Şili’de hüküm sürdüğü dönemi bir üçlemeyle anlatma işine girişmişti. “Tony Manero” (2008), diktatörlük döneminde kendisini görünür kılmaya çalışan karanlık bir adamı anlatıyordu. Bir sonraki filmi “Post Mortem” (2010) faşizmin yarattığı bireyi –ya da bireyin faşizme uyum sağlama çabasını- taşıyordu beyaz perdeye. “No” (2012) ise Pinochet’in iktidarının devrildiği referanduma odaklanıyordu. 2015 tarihli “The Clup” da çocuk tacizinden, tecavüze, Pinochet döneminin toplu kıyımlarında ve daha birçok suçta Katolik kilisesinin sorumluluğunu yatırıyordu masaya.
1976 doğumlu Larraín’in kendisi de Pinochet rejimin çocuğu aslında. Diktatörü destekleyen burjuva muhafazakar bir aileye mensup ve kendisinin de ifade ettiği gibi hiçbir zaman risk altında olmamış. Bütün bunlara rağmen diktatörlük rejimi özel ilgi alanına giriyor sinemasında. Diktatörlüğün ülkeyi nasıl dönüştürdüğü, insanları ne hale getirdiğini anlattı ama Pinochet’nin merkezde olduğu bir anlatı tercih etmemişti. Daha önce “The Club” (2015), “Neruda” (2016) ve “Ema” (2019) filmlerinde birlikte çalıştığı Senarist Guillermo Calderón ile kaleme aldıkları “Kont” (El Conte), diktatör hakkında fantastik bir taşlama. Netflix yapımı film Venedik’deki gösterimin ardından geçen hafta seyirciyle buluştu.
Augusto Pinochet’yi 250 yıl önce doğmuş ve ölemeyen bir vampir olarak kurguluyor yapım. Fransız Devrimi’ne tanık olan soyluların öldürülmesine içerleyen vampirimiz sonrasında bütün devrimlerin karşısında oluyor. 20. yüzyılda ise kendisini komünist avına adıyor. En nihayetinde “kralı olmayan ülke” Şili’ye giderek orada bir diktatörlük rejimi kurmaya karar veriyor. Diktatörlük yılları sonrasında ülkesinde gözden düştükten düşünce ölmeye karar veren Pinochet, mirasın peşindeki beş çocuğunu çölün ortasındaki yerleşkesine çağırıyor. Çocuklardan birisi ölümünden emin olmak için kiliseden yardın istiyor ve yetenekli bir rahibe de çiftliğe geliyor. Pinochet, bu çiftlikte eşi Lucia ve sadık hizmetçisi, geçmiş katliamlarının baş mimarı Fyodor ile kalmaktadır.
Pablo Larraín’in bu fantastik evreni birçok bakımdan işlevli kuşkusuz. Ancak daha önceki bazı Netflix yapımları gibi görsel olarak üst düzey olsa da içerik olarak kof olmaktan öteye gidemiyor. Pinochet ailesinin ülkeyi nasıl soyup soğana çevirdiği, kilise ile olan iş birliği vb. kör göze parmak, ama hakkını yemeyeyim iyi tasarlanmış sahneler yer alıyor film boyunca. Üstelik bu anlatıda bütün mesele Pinochet’nin hırsıyla ilgiliymiş gibi ele alınıyor çoğu noktada. Sanki bu zat iktidarı ele almış da kapitalistler sonradan gelip bunun aklını çelmişler, ülkeyi soyup soğana çevirmişler vb. Pablo Larraín, diktatörlük dönemi insanlarını ele aldığı filmlerde meselelerin politik arka planlarına bakmaktan ziyade günlük hayata odaklanıyordu. Bu da güçlü hikayeler çıkmasını sağlıyordu. “No” da biraz politik alana girse de odaklandığı şey Pinochet dönemi değil, sonuydu. Ama burada diktatörün kendisine baktıkça meseleyi kavrayışındaki burjuvalık da çıkıyor ortaya. Film boyunca diktatörün birçok uluslararası ilişkisi anılırken, nedendir bilinmez ABD zikredilmiyor. İzlemeyenler yazıyı burada bırakabilir çünkü mecburen sürpriz bozan alanlara gireceğim… Şili diktatöründen sonra iktidara gelmiş Margaret Thatcher’i Pinochet’nin annesi olarak bir anda ortaya çıkarmak cin fikirlilik gibi görünse de ihaleyi yine tek bir kişiye üstelik de pek sevilmeyen bir politik figüre yıkmak kolaycılık gibi geliyor.
Çoğu sinemacı, bu tür diktatörleri ‘şeytan’, ‘vampir’, ‘deli’ vb. benzetmelerle anlatmayı seviyor. Bu da söz konusu kişilerin ve dönemlerin bir sapma gibi algılanmasının yolunu açıyor. Politik bağlamlarından, sınıf ilişkilerinden, suç ortaklarından azade, kendinden menkul ve çoğu zaman bir kerelik bir felaketmiş gibi ele alınıyor mesele. “Kont” da biraz böylesi yapım açıkçısı.
Evrensel’in 22 Mayıs 2016 tarihli sayısında, Arif Bektaş’ın Yönetmen Ken Loach ile röportajı yayımlandı. Loach “Sizce her filmin bir mesajı veya politikası olmalı mı?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Hayır. Fakat her yapılan film ne düşündüğünü gösterir. Neden bu hikayeyi anlatıyorsun? Neden o karakterleri gösteriyorsun? Neden o çatışmayı gösteriyorsun? Ne hedefi var? Neden bu espriyi anlattın? Ne amaçlıyordun bunu yaparak?”
İşte “Kont”ta bu soruların çoğunun yanıtı yok, var olanlar da tatmin edici olmaktan hayli uzak.
Evrensel'i Takip Et