Milyon

Fotoğraf: Alan Hilditch/Wikimedia Commons (CC-BY 2.0)
10 yılı geçti pazar gününe ilk yazımı vereli.
Bu on yılda kaç kere Gezi direnişi yazdım bilmiyorum. İlk davadan itibaren hukuksuzlukları yazmaya çalıştım, absürtlükleri, duruşmalara katılımın önemini, davaların, iddianamelerin, kararların, tebliğnamelerin hukukla değil iktidarın niyetiyle okunabildiğini...
Sivil itaatsizliğin ne olduğunu, şiddetsiz direniş kavramını, demokratik hakları hatırlatmaya çalıştım. Tek tek davanın sanıklarını yazdım. Mesleklerine bağlılıklarını, suçsuzluklarını, haklılıklarını.
Dünyaca bilinen, savunmanın yargıladığı davalarla kıyasladım defalarca, tarihi bir dava olduğu daha iyi anlaşılır umuduyla, kitaplardan, yazarlardan, akademik makalelerden örnekler verdim.
Sinizmin batağında, obskürantizm kucağında, dört koldan saldırıya karşı mücadele yorgunluğuyla sınandığımızı anlatmaya çalıştım kendimce.
Çıkışı işaret edemediğim bir yazı yazmamaya gayret gösterdim.
Konuları teorize edip anlamlandırmaya çalışırken, tespitte takılı kalıp harcanan zaman hareket planını sonsuza erteliyordu kanaatimce. Evet bu dava hukuksuzdu, kırk kere de yazsak adı hukuk adına utanç kırk bin kere de.
Bu yüzden hep “Ne yapmalı?”yı aradım. Avukatları dinledim can kulağıyla, sayfa sayfa hukuki metin okudum. Neredeyse tüm haberleri okudum.
Gezi davasında Tayfun Kahraman, Can Atalay, Mine Özerden, Çiğdem Mater ve Osman Kavala için verilen karar onandı.Sosyal medyada onurlu Gezi direnişine kalkışma diyen ve dava hakkında hiçbir şey okumamışların bozuk Türkçeyle yazılmış saçma sapan tweetlerini de okudum perşembe akşamı.
Tarihin en hızlı tahliyesini gördük. Silivri’de ve Bakırköy’de daha avukatlar bile ulaşamadan Mücella Yapıcı ve Hakan Altınay’ı cezaevinden bırakıverdiler.
Mücella Yapıcı öfkeliydi, “Canlarını bıraktırdılar orada” ona.
İnsanız, yüreklerimiz aynı atıyorsa bir nebze empatinize sığınırım, zor yazıyorum bu yazıyı, içimde köpüren öfkeyi zor dizginliyorum, zor nefesler alıyorum haksızlık karşısında. Denilen söz yerinde olacak mı diye gözetebilecek durumda değilim.
İnsanız.
Farkında mıyız başkasının dik duruşuna alkışı tutmak ne kolay, onlar insan değil çeliktenmiş gibi.
Dimdik duruyorlar da haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik karşısında, biz verebildik mi hakkını?
Nasıl geçti yıllar Gezi’den sonra? Onlarınki yıllardır bir sonraki duruşmayı bekleyerek, beraat edip yeniden yargılana yargılana.
25 Nisan 2022’den beri perşembe açıklanan sonucu beklerken tutuklu. Şimdi de ceza onandı.
Mine Özerden babasını kaybetti, kelepçeli getirildi cenazeye, Çiğdem’in yokluğunda kaç film festivalinde adı geçti, Vera büyüyor, evladı olan bilir; çocukların en keyifli yaşları, en hızlı akanları.
Can vekil oldu, dosyalar hazırladı, çalıştı, çalışıyor. Hatay’a bir söz verdi, verdiği sözleri tutan bir avukat olarak içerideki her günü ayrı bir azap.
Osman Kavala’yı hiç dinlediniz mi bilmem savunma yaparken. Şu iktidar döneminde muhatap olduğumuz tek bir kişide göremediğimiz beyefendiliğini bir gün bozmadan, bir gün eğilmeden, bükülmeden, sesi yükselmeden, tane tane anlatarak...
6 senedir tutuklu. Delil yok, kanıt yok. Aynı baz istasyonundan telefon sinyal vermiş, iki de plastik sandalye göndermiş vesaire vesaire.
Sadece hukuki bir utanç değil, ben utanıyorum insanlığımdan. Onlar insan değilmiş gibi sürdürdük dışarıda akan hayatı. Durdurmadık.
Milyonlardık Gezi’de? İktidarın işine göre sayı bükücülüğünü tüm kurumlardan biliyoruz, İçişleri Bakanlığının bile verdiği sayı 2.5 milyondu.
Gaz fişekleri yakarak teğet geçerken, başına isabet etmiş Lobna’yı görmesine, göze denk gelip gözünü kaybedenlerin kanına şahit olmasına rağmen, kırılan burunların sesini duymasına rağmen dağılmayan milyonlar.
Kanser edeceği, nefessiz bırakacağı belli o gazın on dakika sonra genzini yakacağını bile bile çalıp söyleyip dans edebilecek kadar hayata bağlı ve ölümü göze almış milyonlar.
Başkası için bir şey yapmanın o yüce hissini tatmış, paylaşmanın hazzını, dinlemenin erdemini, cesaretin gücünü deneyimlemiş milyonlar.
Ezilmişliği, ötekileştirilmişliği, kimlikleri aşmış, yılgınlığı yenmiş, geleceği kurtarabileceğine, kurabileceğine inanmış milyonlar.
Yıllarca her fırsatta, bitmez Gezi anıları anlatmış milyonlar, hiç takdir görmediği hayatta kitlelere liderlik edebilme şansı yakalamış, baba dayağını, kaçmış çocukluğunun ukdelerini, hiçbir dileğinin gerçek olmamışlığını, duvarlara özgürce yazarak, barikata çıkarak, bir tomanın tazyikine kafa tutarak yenebilmiş, bir daha asla eskisi gibi olmayacağına inanmış milyonlar. Her biri kendi iradesiyle orada olduğuna şahit, kefil, tanık milyonlar. Gezi’yi birkaç kişinin örgütleyemeyeceğini bizzat görmüş yaşamış milyonlar, Gezi tutsaklarının suçsuzluğunun ispatı milyonlar.
O milyonların içinde kaç kişi düşündü, Vera yerinde benim kızım, Ege yerinde benim oğlum beni bekliyor olabilirdi diye?
Kaç kişi annesinin parmaklıklar ardında olduğunu düşünebildi, Mücella Yapıcı’nın kızları kameralara hâlâ gülümseyerek konuşmaya çalışırken?
Ömrünü vakfettiği davaların duruşmalarına katılamayan Can Atalay yerine koydunuz mu kendinizi bir işe başlarken? Tutuklanırsanız o iş ne olacak?
Çekmediği belgeselden tutuklu bir sinemacının çekemediği diğer filmleri de izleyemediğini kaç kişi düşündü? Siz hiç bir filmin bir sahnesinde Çiğdem’e denk geldiniz mi? Ben uçakta izlerken denk geldim, insanız, inene kadar ağladım.
Utandım uçakta olmaktan. Onlar içerideydi, milyonlar dışarıda.
Hepimizi tutuklamış oldular da tüm Gezi’nin onur yükünü onlara bıraktık, iyi taşıyorlar diye.
Böl, parçala, yönet taktiği ile her koldan saldırdılar: Orman yanarken bir kadın cinayeti davası, gazetecilere şafak operasyonu çekilirken öğrencilerin yurttan atılması, sit alanına imar verilirken çalışanlara ek vergi, madene direnirken ÇEDES projesi...
Ne alana yetişmek mümkündü ne adliyelere ne meydanlara.
Çünkü milyonlar düştü üç beş bine.
Değişim konuşuyoruz değil mi bugünlerde, isimler değişince sistem de değişecekmiş gibi. Gezi davasını, tutsakları gururla taşıdı, isimler değişse de dava değişmeyecekti, herkes yargılandı.
Kitaplara onurlu bir halk hareketini, bir tehdit gibi işlerken iktidar, bir sözle andı geçti muhalefet dediklerimiz de Gezi’nin her yıl dönümünü. O ruhu yansıtacak ne bir etkinlik, ne bir festival ne bir konser ne panel, seminer, ne yaygın ve yaratıcı bir çözümle Gezi’yi anlatma ne o paylaşım ve dayanışma ruhunu diri tutma çabası.
O, nereye koşulacağı şaşırılan, bölündükçe azaldığımız mücadele alanlarının toplamıydı oysa Gezi, iklim, çevre, kadın, kentsel hafıza, özgürlük...
Bir yeri tutabilmek gerekliydi, o yerde üstelik milyonlar vardı.
Değişim mi? Tek tutuklu kalmasın diye bütünleşik bir mücadelenin yolunu aramadıkça, hatalarından kaçmak yerine üzerine gitmedikçe kimse, hiçbir şey değişmeyecek.
Karar günleri tepki gösterip, yargıyı sosyal medya mesajlarıyla eleştirip, otuz kişiyle basın açıklaması, yirmi kişiyle basın toplantısı, bin isimle imza kampanyası, üç-dört kanala sıkışmış programlarda on konuğun söz alması, sekiz-on köşe yazısı, Meclis kürsüsünde bir paragraf değinilmesi ve ritmi hiçbir zaman değişmeyen sloganlar... Bunlar çoktan ve defalarca yaşandı.
Değişim arıyorsanız, değişik bir şey yapmalı. Mesela 1 Ekim’de tüm muhalif vekiller, işlevsizleştirdiği Mecliste tek adam konuşması dinlemek yerine ya Silivri ve Bakırköy’e gitmeli ya da Hatay’dan başlayacak yürüyüşe katılmalı.
Mesela artık hukuksuzluğu anlatmak yerine öyle büyük bir itiraz yaratmalı ki hukuku dayatmalı. Karar eleştirmek ve bu bir utanç demek kolay ve hiç değişik değil.
Gezi’nin “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sloganı bu topraklarda ritmi diğerlerinden değişik tek slogandı.
Gezi özgürlüğe bir umuttu, tutsaklarının insan olması, umudun tutsak edildiği gerçeğini saklamamalı.
Evrensel'i Takip Et