Erkekliğin ilgası!

Fair Play filminden bir sahne
Gelişmiş kapitalist toplumlarda ‘ilişki’ kurmak, sürdürmek ve istikrara kavuşturmak giderek zorlaşıyor. Hal böyle olunca da meseleye dair onlarca film düşüyor önümüze her yıl. Egemen tabirle söylersek Türkiye gibi ‘gelişmekte olan’ ülkelerin ise kendine özgün koşulları var gibi daha çok.
Geniş bir yazının konusu olmakla birlikte Türkiye bahsine kısa bir parantez açarak bu hafta üzerine birkaç kelam edeceğim “Fair Play” filmine geçeyim. Türkiye ‘sanat sineması’ ikili ilişkiler meselesine girmeyi kendisine zül sayıyor. Bu anlaşılır çünkü memlekette öncelikli o kadar mevzu varken sıra buna niye gelsin? Ha sinema sanki memleketin önemli meselelerini mi anlatıyor diye sorarsanız yeni bir yazı konusu daha çıkar. Bir gün yazarız! Ama ikili ilişkiler, gönül ilişkileri vb. üzerine kafa yormak, buna dair incelikli ve derin anlatılar inşa etmek için ‘refah toplumu’ olmak şart belli ki. Bizimki gibi bir sürü problemi olan bir ülkede bu işe girişirseniz “Allah başka dert vermesin” diye alay konusu olmak da var.
Ama bunun filmi yapılmıyor ya da ana akımdaki gibi her türlü toplumsal ahlak kodlarıyla bezeli yapımlar çekiliyor diye konuşulmadığı anlamına gelmesin. YouTube, cinsellik de dahil olmak üzere insanların geçmiş ya da devam eden ilişkilerindeki her türlü bilgiyi ifşa ettiği içeriklerle dolu. Yani halkımız, kamusal alan baskılandıkça yeni alanlara kaçarak mesele üzerine konuşmaktan imtina etmiyor. İletişim ve medya üzerine çalışan hocalarımıza buradan çağrı yapmayı görev biliyorum. Türkiye YouTube’u şu an 1990’lardaki özel televizyon dalgasının başladığı dönem gibi. Siyaset Meydanı da var, Huysuz Virjin de… Yasemin Evcim ile Gece Jimnastiği de vardır kesin bir yerlerde… İlgilenilsin lütfen!
Biz meselelerini halletmiş ‘refah toplumu’ bireylerinin sıkıntılarına dönelim yine. Açıkçası artık coğrafyanın kader olmasından mıdır, yaşın biraz kemale ermesinden mi bilinmez son yıllarda gelişmiş Batı ülkelerindeki bireylerin başta aşk olmak üzere bir şeylerin eksikliğini hissedip mutsuz oldukları filmleri izlerken ‘Ne çok acı var’ diye ince ince dalga geçmiyor değilim. Hele de bu tür anlatıları, karakterlerin içinde bulunduğu toplumla örtüştürmeyen, üretim ilişkilerinin, toplumsal dokunun, kapitalist toplumun ortaya çıkardığı bireyin etrafında tartışmak yerine; ‘insan doğası’ gibi soyut bir yerden anlatmaya çalışan filmlerden uzak durmanızı tavsiye ediyorum.
Ama Sundance Film Festivali’ndeki ilk gösteriminin ardından birkaç festival daha gezip geçen ay ABD’de sınırlı sayıda salonda vizyona giren ve dünyanın geri kalanında Netflix üzerinden izlenebilen “Fair Play” yukarıdaki sıkıcı yapımlardan değil. Karakterlerini, içinde bulundukları çerçeveyle birlikte değerlendiren, kişilik özeliklerini yalnızca doğuştan gelen kodlarla değil iş, aile ve çevre vb. unsurlarla birlikte harmanlayan bir ‘ilişki’ filmi “Fair Play.”
“Suits”, “Star Trek: Discovery” ve “Billions” gibi dizilerde de bölümler çeken Chloe Domont’nun yazıp yönettiği “Fair Play”, bir borsa şirketinde çalışan genç çifte odaklanıyor. Emily ve Luke hırslı iki genç insan. Wall Street’te aynı borsa şirketinde çalışıyorlar. Birbirlerine aşıklar ve evlenmeyi planlıyorlar. Ancak şirket politikası gereği birlikte olmaları yasak olduğu için ilişkilerini gizli tutuyorlar. Bir gün şirket yöneticilerinden birisi hata yapıyor ve işten atılıyor. Yerine geçme ihtimali olanlardan birisi de Luke. Ama öyle olmuyor. Patronlar Emily’yi o pozisyona atıyorlar. İşte bu durum Luke’un erkeklik egolarını fena halde sarsmaya başlıyor.
Chloe Domont’nun mekan olarak finansla (güç) bağlı bir yeri seçmesi oldukça manidar. Çünkü para, modern kapitalist toplumlarda bir insanın (ama özellikle de erkeklerin) kendisine kudret inşa edebileceği biricik varlık. Para sahibi olmak, paraya hükmetmek erkeklere yalnızca “güç” vermiyor; aynı zamanda ‘erkeklik kudretini ve öz güvenini’ de besleyen bir varlık. İşte Luke bu güçten mührüm bırakılmasını, doğrudan erkekliğine yapılmış bir müdahale olarak algılıyor. Yalnızca Emily’yi değil şirketin yöneticisi olan erkekleri de böyle kodluyor. Ancak Emily’ye karşı (ondan daha yetkili olmasına rağmen kadın olduğu için) saldırgan olan tutumu, şirket yöneticilerine karşı süt dökmüş kediye dönüşüyor.
Luke’u canlandıran Alden Ehrenreich’in yer yer “Cinnet” (The Shining) filmindeki Jack Nicholson’ı andırdığı “Fair Play” modern kapitalist toplumlarda erkeklik inşasının dinamiklerine dair güçlü bir dil kurmayı başarıyor. Üstelik bunu yaparken de durumun sadece genlerle ilgili değil, hatta asıl olarak maddi dünyayla ilişkili olduğunu anlatıyor.
İzlemeyenler için fazla uzatıp tadı kaçırmayalım. Ama “Fair Play”, birbirinin tekrarı ve çoğu sıkıcı ilişki filmlerinden kendisini ayırmayı başaran ve ilgiyi hak eden bir yapım.
Evrensel'i Takip Et