16 Ekim 2023 04:35

Tezkereye "evet" diyecekse bu muhalefet niye var?

TBMM

Fotoğraf: Muhammed Selim Korkutata/AA

Paylaş

Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki askeri varlığı ve operasyonları konusunda cumhurbaşkanına verilen yetkinin 2 yıl daha uzatılmasını amaçlayan ‘Cumhurbaşkanlığı tezkeresi’ yarın TBMM’de oylanıyor.

Her defasında 2 yıl uzatılan bu ‘savaş tezkeresi’, Erdoğan iktidarı tarafından uzunca bir süredir hem bölge ülkelerine yönelik yayılmacı emellerle yapılan müdahalelerin ve hem de bununla iç içe geçmiş bir şekilde ülke içindeki baskı politikalarının dayanağı olarak kullanılıyor. İktidar yanlısı medya organlarının muhalefet üzerinde tezkereye ‘evet’ deme yönünde baskı kurma amacıyla günlerdir sürdürdükleri yayınlar da bu politikanın bir yansıması olarak anlam kazanıyor.

Tezkerenin “terörle mücadele” gerekçesinin arkasında ülke içinde Kürt sorununda sürdürülen baskı, yasak ve şiddet politikalarının bir devamı olarak Kürtlerin sınırların ötesindeki varlıklarının ve kazanımlarının bir tehdit olarak görülmesi ve bu nedenle ortadan kaldırılmaya çalışılması gerçeği yer alıyor.

Tezkerede her ne kadar BM Güvenlik Konseyinin kararlarına ve ‘Uluslararası Koalisyon’a yapılan vurgular eşliğinde DEAŞ (IŞİD) ile mücadeleden söz edilse de Erdoğan iktidarının 2016’da görünüşte IŞİD’e karşı ama gerçekte IŞİD’in yenilgiye uğratılıp Rojava’daki Kürt kantonlarının (Afrin ve Kobanê) birleşmesini engellemek amacıyla yaptığı Fırat Kalkanı operasyonundan bu yana IŞİD’e yönelik herhangi bir operasyonu bulunmuyor. Aksine Erdoğan iktidarının ÖSO/SMO adı altında bir araya getirdiği cihatçı gruplarla resmi ve el Kaide’nin devamcısı olup İdlib’de egemen güç konumunda bulunan HTŞ ile gayriresmi ilişkileri, radikal İslamcı-cihatçı terör örgütlerinin Türkiye ve bölge (Ortadoğu) için tehdit olmaya devam edebilmelerinin en önemli nedenlerinden birini oluşturuyor.

Tezkerede “terör” ile birlikte “göç tehdidi” vurgusu yapılarak Türkiye’de mültecilere karşı oluşmuş/oluşturulmuş milliyetçi hassasiyetler de tezkereye dayanak haline getirilmeye çalışılıyor. Oysa tecrübeyle sabittir ki, başka ülkelerin topraklarına yönelik müdahaleler göçleri engellemek bir tarafa yeni göç dalgalarını tetikliyor.

Tezkerede ayrıca “Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı” vurgusu öne çıkıyor. Ancak hem Irak merkezi yönetimi ve hem de Suriye yönetimi, her defasında Türkiye’nin kendi topraklarına yönelik sınır ötesi operasyonlarının “uluslararası hukuka aykırı” ve “egemenlik haklarına saldırı” olduğunu söylüyorken “saygı” sadece lafta kalıyor. Zaten sivil yerleşim alanlarını da kapsayan ve sivil kayıplarına da yol açan bu operasyonlar nedeniyle Irak ve Suriye hükümetleri Türkiye’yi birçok defa BM’ye şikayet ettiler.

Bilindiği gibi Erdoğan iktidarının ‘normalleşme’ yönünde adım atmak istediği Suriye’deki Esad yönetimi, ‘normalleşme’ görüşmelerinin ön koşulu olarak kendi topraklarında cihatçı gruplarla birlikte sürdürülen işgalin sona erdirilmesini ve Türk askerlerinin Suriye’den çekilmesini istiyor.

Öte yandan bu tezkere, cumhurbaşkanına başka ülkelerin Türkiye’de asker bulundurmaları konusunda da yetki verilmesini öngörüyor -ki, tezkereye ‘geçen dönem (2021) gibi bu dönem de ‘hayır’ diyeceklerini açıklayan CHP Lideri Kılıçdaroğlu, gerekçe olarak bu konuyu öne çıkarıyor.

Görüldüğü gibi karşımızda neresinden tutulursa tutulsun “milli güvenlik” gerekçesine rağmen ülkeyi yeni sorun ve tehditlerle yüz yüze bırakacak olan ancak ülkedeki iktidarın kendi bekası ve çıkarları için ihtiyaç duyduğu bir tezkere bulunuyor.

Tam bu noktada son seçim yenilgisinden sonra dağılan ve iç tartışmalara sürüklenen ‘Millet İttifakı’nı oluşturan muhalefet partilerinin tezkereye karşı nasıl tutum alacağı sorusu önem kazanıyor. Çünkü her bakımdan iktidarın politikalarına güç katma amacını taşıdığı ortada olan tezkereye karşı verilecek oyun rengi, aynı zamanda bu partilerin muhalefet olma vasfını ne kadar taşıyıp taşımadıkları sorusuna da verilmiş bir yanıt olacaktır.

CHP’nin tezkereye ‘hayır’ diyeceğini açıklaması elbette olumludur. Ancak CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun ‘hayır’ın gerekçesini sadece başka ülke askerlerinin Türkiye’ye gelmesine itiraz ile açıklamasının bu olumluluğu ve CHP’nin iktidarın politikalarına karşı koyabilme kapasitesini önemli oranda sınırladığını da vurgulamak gerekiyor. Özellikle Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun çatışmalı süreçte TSK’nin Kürtlere karşı hak ihlallerini ve bu ihlaller konusunda AİHM tarafından verilmiş kararları hatırlattığı için linç kampanyasına maruz kalması, iktidarın iç politikadaki baskı politikalarının da bir dayanağı olarak kullandığı sınır ötesi operasyonlara karşı çıkılmasını daha önemli hale getiriyor. Oysa Tanrıkulu’nun parti yönetimi tarafından sahiplenmesi bir tarafa Parti Sözcüsü Faik Öztrak gibi isimler tarafından hedef yapılması, CHP’nin zayıf karnını oluşturuyor. Çünkü iç ve dış politikanın böylesine iç içe geçtiği bir süreçte sınır ötesi operasyonlara karşı çıkmamak içerideki baskı politikalarına da onay vermekten başka bir anlam taşımıyor.

Bu gerçeği görmek için öyle çok uzağa gitmeye de gerek yok. Cumhur İttifakının 2018’de cumhurbaşkanlığı ve genel seçimi ‘baskın seçim’ biçiminde gündeme getirmesinde ve bu seçimleri kazanmasında Afrin operasyonunun oynadığı rolü hatırlatmak, bu konuda yeterince fikir verici olacaktır. Çünkü 20 Ocak 2018’de başlatılan Afrin operasyonu sonrasında ülkede adeta ‘seferberlik’ ilan edildi ve iktidarın operasyon kararına karşı her türlü eleştiri suç sayıldı. Sadece operasyona karşı barışı savunan bir bildirge yayımladığı için Bahçeli ve Erdoğan, Türk Tabipleri Birliğini (TTB) adeta bir “terör örgütü” ilan edip TTB Merkez Konseyi üyelerinin tutuklanması için yargıyı harekete geçirmişlerdi. Emek Partisi Genel Başkanı Selma Gürkan da siyasi partilerin anayasal güvence altına alınmış haklarından birini kullanıp operasyonu eleştiren bir açıklama yaptığı için 10 ay hapis cezası almıştı.

Ayrıca Kürt sorununun Mecliste ve demokratik barışçıl biçimde çözümünü savunmanın gereği, sorunu baskı ve şiddet yöntemleriyle çözüme politikasının bir devamı olarak dayatılan sınır ötesi operasyonlara karşı olmayı gerektiriyor.

Tezkereye ‘evet’ demenin iktidarın içerideki baskı ve yasaklarına da ‘evet’ demekle aynı anlama geldiği böylesi bir dönemde diğer muhalefet partilerinin de ne diyeceğini hep birlikte göreceğiz.

Şunu da unutmayalım; Davutoğlu ve Babacan başta bu burjuva muhalefet parti liderleri, seçimlerden hemen sonra Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanı olarak atanmasını desteklemekle kalmayıp “Bizim programımızı uyguluyor” diyerek bundan kendilerine övünç de çıkarmışlardı. Kendilerine ‘övünç’ çıkardıkları Şimşek’in programı (OVP) ise, işsizlikten düşük (Hiç tutmayan hedef enflasyona göre) ücret dayatmasına, zamların devam etmesinden vergilerin arttırılmasına, özelleştirmelerin devam etmesinden kıdem tazminatının hedefe konmasına kadar sermayenin çıkarlarını korumak ve sömürü çarkını döndürmek için işçi ve emekçilere karşı çok yönlü saldırıları gündeme getiriyor.

Tam bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor:

İktidarın halk düşmanı ekonomi programına sahip çıkmakla kalmayıp tezkereye ‘evet’ diyerek iç politikayla iç içe geçmiş ve dış politikasını da destekleyecekse bu muhalefet niye var?

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa