Uluslararası hukuku ve barışı savunmak

İsrail savaş uçaklarının bombardımanı sonrası Gazze Şeridi'ndeki Er-Rimal Mahallesi | Fotoğraf: Mustafa Hassona/AA

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan uluslararası düzenin çökmekte olduğu güncel tartışmalarda sık sık dile getirilen bir iddia. Hamas ve İsrail’in hamleleriyle bu iddianın yeniden doğrulandığı öne sürülebilir. Ancak düzen nedir? Çökmekte midir, yoksa dönüşmekte midir? Ortadoğu’daki güncel çatışma bize ne göstermekte?

Kökeni İkinci Dünya Savaşı öncesine dayanmakla beraber Filistin-İsrail sorunu esas olarak savaş sonrasında oluştu. 1948’de önce ABD, üç gün sonra SSCB tarafından tanınan İsrail devleti başta Filistin mandasını yöneten İngiltere tarafından devlet olma kriterlerini yerine getirmediği gerekçesiyle tanınmamıştı. 19. yüzyılın sömürgeci imparatorluklarının mirasını artık taşıyamayan İngiltere ve Fransa’nın yerlerini ABD ve SSCB gibi iki yeni süper güce bıraktıkları iki kutuplu Soğuk Savaş’ın henüz başlangıç yıllarıydı. Çökmekte olduğu iddia edilen düzenin niteliğine dair önemli detaylar bu yıllarda gizli. Nitekim çoğu zaman ABD hegemonyası, liberal dünya düzeni gibi isimler verilen söz konusu sistem aslında ABD ve SSCB tarafından beraber oluşturulmuştu. Bugün savaş sonrasında oluşturulan Birleşmiş Milletler ve uluslararası hukuku eleştirirken gözden kaçan bu hakikati hatırlamakta fayda var. Nitekim barışa karşı komplo, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları gibi kavramlar Nazileri yargısız infaz etmek yerine mahkeme önüne çıkaran müttefiklerin ortak tercihlerinin bir ürünüydü. Bu kavramların tanımlandığı Nürnberg mahkemelerinin hukuki çerçevesinin belirlenmesinde Yahudi Sovyet Hukukçusu Moşe Aron Nahimoviç Trainin (1883-1957) başı çekmişti.

Trainin daha 1937’de “Barış Savunusu ve Ceza Hukuku” adlı kitabında, saldırgan savaşı bir suç olarak tanımlamadığı ve saldırganları yargılayan bir mahkeme kurmadığı için Milletler Cemiyetini eleştirmişti. Trainin “barışa karşı suçlar” kavramının mucidi olarak kabul edilmektedir. 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan Birleşmiş Milletler, modern uluslararası hukuk ve insan haklarının ne kadar hayata geçirilebildiği, uygulandığı kuşkusuz sorgulanabilir, hatta sorgulanmalıdır. Ancak milyonlarca insanın kaybı üzerine oluşturulan bu kuralların, normların günümüzde değeri yok mudur? Anayasalar, kanunlar gibi uluslararası hukuk, insan hakları da iktidar ilişkilerinin ürünüdür ve uygulanmaları cari güç dengeleri tarafından belirlenir. Lakin bu hakikat anayasal ilkeler ya da insan haklarını savunmanın önünde bir engel midir? Bugün Filistin-İsrail krizinde uluslararası hukukun savaş, barış ve insan haklarına yönelik temel doktrinlerinin neredeyse hiçbir diplomat tarafından dile getirilmemesi, siyasi tartışmanın askeri çatışmanın yarattığı “ahlaki berraklık” üzerinden yürütülmesini nasıl yorumlamalı? Zaafları, eksikleri, çelişkilerine rağmen Birleşmiş Milletlere üye tüm devletler tarafından uygulanma sorumluluğu olan uluslararası hukukun, kamuoyuna hakim olan ve her siyasi aktörün kendi çıkarına göre yonttuğu propaganda teknikleri tarafından boğulması güncel uluslararası düzene dair ne anlatmaktadır?

Birleşmiş Milletlerin (BM) ve diğer uluslararası örgütlerin neredeyse tamamen seyirci konumuna geldiği bu yeni Filistin-İsrail krizinde uluslararası hukuku, yükümlülükleri, insan haklarını, savaş hukukunu dile getirenlerin cılızlığı dikkat çekici. Bunların yerini sınırsız şiddet, kolektif cezalandırma ve etnik temizlik naraları almış durumda. Bu bağlamda mevcut krizin bir bölgesel savaşa, yeni iç savaşlara ve küresel güçlerin kendi pozisyonlarını tahkim etmeye yöneldikleri büyük bir savaşa doğru itelediği göz önünde bulundurulmalı. 

20. yüzyılın ikinci yarısını bir “Amerikan yüzyılı” ya da ABD-SSCB rekabetiyle belirleyen “iki-kutuplu Soğuk Savaş” olarak değerlendiren tarih yazımları aynı dönemin uluslararası ilişkilerde büyük bir devrime sahne olduğunu unutuyor: Sömürgesizleşme. Bir devlet biçimi olarak ulus-devletin bütün dünyada temel siyasi örgütlenme biçimi haline gelmesi Amerikan hegemonyasından da, Soğuk Savaş’tan da çok daha kalıcı sonuçlar yaratmıştır. Dolayısıyla Filistin-İsrail sorununu tanımlayan ikinci önemli uluslararası süreç sömürgeciliğe karşı mücadele ve yeni, Batılı olmayan ulus-devletlerin ortaya çıkmasıdır. Bu dönemde Ortadoğu’da yükselen Arap milliyetçiliğinin 1967’deki yenilgiyle içine girdiği kriz 1973 savaşıyla çözülememişti. Tersine Nasır’ın ölümünden itibaren Arap milliyetçiliği Afganistan Savaşı ve İran Devrimi gibi olayların damga vurduğu İkinci Soğuk Savaş olarak anılan dönemde giderek zayıflamıştı. 1980’lerden tek kutupluluğa giden süreç sadece iki kutuplu düzenin değil, aynı zamanda sömürgecilik karşıtı hareketlerin, Bağlantısızların da çöküşüne tanık oldu. Filistin-İsrail sorunu bu dönemde de dünya siyasetinin değişen dinamiklerini yansıttı.

1993’te Arafat ve Rabin’in ABD Başkanı Clinton eşliğinde el sıkışması ABD liderliğindeki tek kutuplu bir dünya düzeninin dünya barışını sağlayacağı iddiasının ifadesiydi. Üzerinden otuz yıl geçtikten sonra ne ABD’nin tartışmasız dünya liderliği ne de dünya barışından söz edebilmek mümkün. Biden’ın Amerikan kamuoyuna hem Ukrayna hem İsrail’e yardım edebilecek ekonomik güce sahip olduğuna dair güvence vermek durumunda oluşu gelinen noktayı özetliyor. İttifakların güvenceden ziyade güvensizlik yarattığı, büyük müttefiklerin kendilerini ispat etmek için küçük ortaklara giderek daha fazla bağımlı hale geldiği, küçük ortakların da özerklik kazandıkça güç kapasitelerinin vazgeçilmez unsuru olan büyük ortakları zayıflattığı çelişkili bir sürece giriyoruz. Önceki dünya savaşlarını hatırlatan bu yapısal durum çatışmaların kontrolden çıktığı ve yayıldığı bir ortamı hakim kılıyor. Belki de dünya düzeninin dönüşümünü kutupluluk üzerinden değil ulus-devletlerin oluşturduğu sistemin krizi üzerinden tanımlamak gerekiyor. Yükselen ırkçılık ve jingoizm çağında tüm eksiklerine rağmen insanların -devletler tanıdığı için değil- doğuştan sahip oldukları hakları vurgulayan uluslararası hukuk ve insan hakları, barışa karşı suçlar, savaş suçları bu anda yeni bir önem kazanıyor.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Şireci Tekstil 2023’te vergi öncesi kârı 1.6 milyar TL ama 2023’te hiç vergi ödemedi. İşçilere teklifi yüzde 30 zam.

Karafiber 2023’te 6.6 milyar TL değerinde net satış geliri elde etti. Bu satışlardan “kâr etmediğini” öne sürerek vergi ödemedi.

Yalçın Kardeşler Halı 2023’te kendi beyanıyla 44.4 milyon TL vergiye esas kâr elde etti. İşçilere yüzde 34 zam dayatıyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
RTÜK Başkanı “Ülkemizde olumlu olaylar olmuyormuş gibi haber servis ediliyor” deyip ‘yandık’, ‘bittik’ haberleriyle karamsarlık aşılandığını savundu, ceza tehdidinde bulundu.

Evrensel'i Takip Et