Savaşlar değil, sebepler tartışılmalıdır
![](https://www.evrensel.net/images/840/upload/dosya/246694.jpg)
Fotoğraf: Mustafa Hassona/AA
İslami direniş hareketi olan Hamas ile İsrail’in çatışması bir savaş değil, sürüp giden işgal, baskılama ve genişleme politikasının son kertede ulaştığı insanlık suçu aşamasıdır. Bu konu sevimsiz olduğu gibi, derin tarih bilgisini de gerektirdiğinden beni aşmakla beraber, bu konuyu bahane ederek iki kelime söylemek istiyorum.
Toplumsal olayları, birini uzun sürede seyreden tedrici baskılama, diğerini ise kısa sürede ani şiddet ve saldırı olarak kabaca ikiye ayırırsak, ne gariptir ki, birinciyi algılayamayız, fakat ikinciyi tüm iliklerimizde hissederiz. Oysa iki oluşum da etkileri ve sonuçları ile aynıdır. Hamas-İsrail çatışmasına böyle bakmak durumundayız. İsrail, Filistin topraklarında kurulduğundan beri Filistinlileri baskı ve şiddet altında tutarak, artık hepimizce malum geniş bir alana yayılmıştır. Anlaşılan henüz hedefe varılmamış ki, Hamas tetiklenerek(!) İsrail’in tekrar şiddetli saldırıya geçmesine vesile oluşturdu.
Hamas, İsrail’in yıllar boyu uyguladığı baskı, yıldırma, öldürme politikası sonucunda mı böylesi anlık insanlık suçu işledi, yoksa İsrail’in tarihe geçecek kadar şiddetli insanlık suçu işlemesini meşrulaştırılmaya yönelik mi böyle bir suça itildi? Hepimizi korkuya salan ABD’de 1947 doğumlu CIA, İsrail’de ise 1949 doğumlu MOSSAD herhalde yıllık bakıma girmiş olmalı ki, Mısır’ın bile kulağına çalınanlara bigane kaldılar. Anlaşılan, “Allah’ın nimeti” zamanla her diktatöre nasip oluyor!
Basit fakat oldukça geçerli bir genelleme yapacak okursak, denebilir ki, kapitalist kökenli devletler ve laikliği dışlayan bağnaz inançlar hüküm sürdüğü sürece devlet aygıtı saldırganlaşır ve baskıcı faşist eğilime savrulur. Onun için, bir zamanların önerisi olan dünya devleti ya da dünya sosyalizmi oluşmadıkça, laiklikten uzak ve bağnaz dincilik yeryüzünden silinmedikçe ne barbarlık biter, ne de devlet baskısı ya da faşizm. Rosa Lüksemburg haklıdır! Küresel doğal kaynakların devlet faşizmine yol açmadan hakça paylaşılmasını sağlayacak dünya devletini kim ister; varsıl devletler mi, yoksa yoksul devletler mi? Açıktır ki, söz hakkı varsıl devletlerindir. Peki, giderek koyulaşan dinciliği hangi ülke ister; sosyalist düzende gelir dağılımı oldukça adil olanlar mı, yoksa kapitalist sistemde halkların giderek yoksullaştığı ülkeler mi? Görülüyor ki, uluslararası alanda da, ülke içinde de yüksek gelirliler başattır.
İşte bu noktada ekonomik sistem mantığına ulaşırız. Kapitalizm öyle bir sistemdir ki, insanı varsıllığa öykündürürken, aynı anda diğerlerini dışlayacak tarzda bireyselleştirir. O zaman, nasıl olduğu dahi araştırılmadan elde edilen gelir de, yoksulluk ortamında üzerinde oturulan servet de hem malikinin vicdanında, hem de aç ve sefil komşunun nazarında meşruiyet kazanır. Çünkü güç ayrıştırır, güçlülük ise gücü meşrulaştırır.
İsrail yıllardır Filistin halkına evlerinde, hatta ibadethanelerinde saldırırken, dünyanın tepkisizliği, Hamas’ın baskın saldırısını meşrulaştırmadığı gibi, İsrail’in günümüzdeki saldırısını da meşrulaştırmamalıdır. Ama Hamas hesapsız davranışı ile İsrail’in saldırısını meşrulaştırırken, aynı zamanda da Ortadoğu coğrafyası üzerinde ABD, İsrail ve İngiliz hakimiyetinin pekiştirilmesine perdeleme işlevi görmektedir. Ortadoğu coğrafyasından Rusya’nın, hatta Çin’in ayağının kesilmesi için bu alanın hakimiyet altına alınması gerekmektedir. Kumlara kafasını gömen Arap dünyasının nereye sürüklendiğini algılayamamasını muhtemelen felsefeden yoksun bir üniversiter sistemin yokluğu ile açıklamak doğru olur. Bu bağlamda, ülkemizde, bilardo salonu açar gibi üniversite açarken, atamaların yapılış şekli üzerinde düşünmemiz gerekmez mi? Vücut büyürken, maalesef, beynin küçülmesi! Beyni küçük bir kütleyi, ne kadar büyük olursa olsun, hamasi ve içi boşaltılmış kutsal söylemlerle gütmek, hükümet için de, emperyalist için de çöpsüz üzüm değil mi?
Hamaset ve radikal dincilik öne çıkınca akademik namus da rafa kaldırılır ve beyinler çarpıklaşır. Geçen günlerde bir TV kanalında Hamas-İsrail çatışması çeşitli yönleriyle tartışılırken, bir İsrail üniversitesi öğretim üyesi programa katılarak, akıl almaz sebeplerle İsrail’in zaman içinde uygulamış olduğu insanlık dışı davranışları görmezden gelip, bugünkü insanlık dışı saldırıyı yüksek sesle savunma bahtsızlığına düştü. Söz konusu İsrailli meslektaşımın bir akademisyenin uyması gereken asgari sağduyu kuralını alenen işgal edercesine yaptığı savunma, siyaseten onanabilir, fakat etik açıdan reddedilir. Unutmayalım ki, 2008 krizinde ABD’de parkta oturma eylemi yapan halka karşı anlı-şanlı üniversitelerin özür borcu varken, sükut etmesi de aynı şekilde yorumlanamaz mı? Öyledir; sistem yoz siyasisini de, yoz akademisini de yaratır!
Demem o ki, hamasî ya da dinci ifadeler ya da eylemler siyasi partilerin kendi bekaları uğruna halkların damarlarına enjekte edebilecekleri narkozdur. Toplumsal sorunlar böylesi narkozlar altında ne doğru olarak algılanabilir, ne de anlamlı sonuca ulaşılabilir. Şanlı geçmişimiz, nurlu geleceğimiz gibi ifadeler, kısaltılmış şekliyle “ecdat ve evlat” edebiyatı ya da uyutması iki boyutuyla da yanlıştır. Ecdadı öne çıkarıp, günü görmezsek evladı kurtaramayız.
Kapitalizm çöküşe doğru giderken, ecdat-evlat edebiyatı da şahlanacak, dincilik derinleşip yaygınlaşacak, hamaset kamçısı da devreye girerek insanlık daha çok yerel, belki de yaygın çatışmalara, savaşlara ve acılara sahne olacaktır. O nedenle, çatışmalar değil, ihtilaf sebepleri irdelenmelidir; savaşlar değil, devlet oluşumları ve yayılışları mercek altına alınmalıdır; dincilik ve boş hamaset incelenmeden savaşlarda yoğunlaşmak, sebebi anlayamadan, sonuca odaklanmaktan başka bir şey değildir!
Evrensel'i Takip Et