22 Ekim 2023 06:55

Yaşama davet

Fotoğraf: Pexels

PAZAR
Paylaş

“Söz bitti” cümlesi bazen söylenmesi gereken her şeyin söylendiği bazen de söylenecek hiçbir sözün durumu izah yetmeye yetmeyeceği anlamına geliyor.

Bu hafta iki hali de sıklıkla yaşadım, eminim herkes aynısını hissetmiştir.

Filistin’in nasıl savunulacağı üzerine tartışma dünyanın kalanına göre görece bizde duruldu, saflar netleşti, herkes bildiği yerden devam ediyor. Ülke Filistin’in yanında olmak konusunda çoğunlukla hemfikir. Yöntemlerin bazısı endişe verici, şimdi bu kısım tartışılıyor. 

Çok yazılar okudum, Avrupa Parlamentosundaki konuşmaları dinledim, ABD’den gelen haberleri izledim. Filistin’den gelen görüntülerin tamamını izlemek zorunda hissettim. Bu acıya şahit olmak zorundayız. 

İspanya Başbakan Yardımcısı Yolanda Diaz’ın AB komisyonuna “Avrupa, bütün bir halkı cezalandırmak yerine barış için uluslararası eyleme öncülük etmeli.” karşı çıkışı ve AB Parlamentosu Üyesi İrlandalı Sosyalist Clara Daly’nin “How dare” “ne hakla?​” ile başlayan ve AB’yi insanlık suçuna yardım ve yataklıkla suçlayan konuşmaları kayda değerdi. Gerisi tüm dünyanın “Tüm insanlar eşittir bazıları daha eşit”te birleştiğinin ilamıydı. 

ABD’de bir kanalda konuşan, eşi Filistinli olan Mısırlı Komedyen

Bassem Youssef’in kara mizahı alaycılığa evirerek yaptığı konuşma ise durumun iyi bir özetiydi.

Yarım saatlik bir yayının özeti Youssef’in dilinden şu: Evet Hamas kötü ve siz Hamas yüzünden Filistinlilerin neredeyse tamamının öldürülmesini savunuyorsunuz. Bu bir döviz kuru gibi, 2014’te 88 İsrailliye karşı 2 bin 329 Filistinli öldürülmüş, bu en iyi oran olmuş Ben Shapiro için. Peki bu yılın hedef oranı ne? Böyle mi göreceğiz?

Nesli tükenen hayvanlara yaptığınız gibi sayılabilecek kadar az kaldıklarında mı vicdana gelip “Yazık, korumaya alalım bari” diyeceksiniz. Hamas’sız bir dünya düşünelim, daha güzel bir yer olsun. Peki bu durumda Batı Şeria’yı nasıl izah edeceksiniz? Hamas yok, festival yok, paraşütle inen militanlar yok. İşgal edildiğinden beri 7 bin Filistinli öldürüldü.

"İsrail, vurmadan önce haber veren tek ülke" diyorsunuz. Ne tatlı bir davranış. Eğer saldırmadan önce haber vermek her şeyi aklıyorsa, Rusya da Ukrayna’yı uyarsın vurmadan ve hepimiz Putin’i sevelim o zaman.

Tüm dünya İsrail’in giriştiği kıyımı, katliamı Hamas saldırısındaki vahşet üzerinden meşrulaştırma çabasında.

Çünkü festivalde eğlenen insan dünya gözünde yatağında uyuyan bir bebekten, hastaneye sığınmış halktan daha masum.

İnsanlık sınavından tüm dünyanın sınıfta kaldığı bir süreci yaşıyoruz ve kendime soruyorum ister istemez: Peki biz insan değil miyiz? Biz nasıl insanlarız? İnsanca bir yaşam nedir?

Bugünlerde hiçbirimizin yüzü gülmüyor çünkü biz hâlâ bir halkın acısını kalbimizde hissedebiliyoruz. Bir açıdan demek ki bir yüreğimiz var hâlâ.

Kendimizi insandan sayabilsek kendi halkımız için de ortak bir yas tutabilseydik keşke, Ankara Garı, Çorlu tren kazası, Suruç gibi katliamlarda ve nicesinde.

Depremdeki yıkımın hesabını da sokaklarda böyle yan yana sorabilseydik keşke.

Neyse...

Neydik, neye döndük onu düşünüyorum uzun zamandır tek bir ortak doğrusu kalmamış bir halk, tek bir konuda aynı acıyı yaşayamayan.

Tek bir şeye birlikte mutlu olamayan da diyecektim ama mutluluk bize zaten çok uzak bir ülke artık.

İlk çağlardan beri insanlar resim yapmış, yazı yazmış, dans etmiş. İnsanlık hep hayvan yuvasına kıyasen barınma işlevinin ötesinde bir zevk katmış yaşam alanına, süslemiş, boyamış.

Biz depremle birlikte evimize ait olma hissini geride bıraktık. Biz olası mezarlarımızın içinde yaşıyoruz. Konut krizi ile birlikte biz, hayatımızdaki çoğu şeyden feragat etmemizin müsebbibi, bütçemizdeki oyuğun dört duvarın içinde yaşıyoruz.

Biz her şeyin yasını kültür ve sanatın fişini çekerek tutuyoruz.

Biz üzülmeyi çok iyi biliyoruz, yas bizim işimiz. Öfkemizi örgütlemeyi ve iyi yönetmeyi bilmiyoruz. Biz keşkelere sarınıp yatıyoruz, hayıflanmak ata sporumuz.

Üzülmenin hiçbir şeye faydası yok ama faydasız yaşamlarımıza bir teselli olarak iyi işlev görüyor. Biz bir ihtimal yaşardık ama işte üzgünüz. Üzülecek şey mi yok bize? Bizim hiç “iyi ki”miz kalmadı ki elimizde.

The Swimmers diye bir film var. Suriye’deki savaştan Türkiye-Yunanistan-Macaristan yolu ile Almanya’ya kaçan 2 genç kız kardeşin hikayesi. Gerçek olaydan uyarlama. 

Ülkesi Suriye adına forma giymeyi hayal ederken, mülteci takımıyla katılabildiği Rio Olimpiyatları’nda derece yapan Yusra Mardini’nin, Ege Denizi’nde şişme botlarının motoru bozulup su almaya başladığında denize atlayıp Yusra ile birlikte içinde kapasitesinin çok üzerinde insan olan o botu üç saat yüzerek çeken ablası Sarah’ın hikayesi.

Herkesin, hayatları boyunca yoklukta yaşamışlar da memleketlerinde savaşmak yerine kaçıp başka ülkelerin nimetlerinden faydalanıyorlar muamelesi yaptığı Suriyelilerin, gerçekte nasıl hayatları, ne şartlarda geride bıraktığını, buna nasıl mecbur kaldıklarını anlatıyor.

İçinde sığınmacı nefreti olan herkese izletilmesi, okullarda çocuklara gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yusra ve Sarah’ın hayatlarını kurtarabilmesi, olimpiyatlara katılacak kadar iyi yüzebilmeleri sayesinde. Diğer mültecilerle aynı değil. Yani; çalışın evlatlar, bir enstrüman öğrenin, resim yapmayı deneyin, spora verin kendinizi. Bu dünya bir gün halkınıza, ölümü rutin, fıtratı mülteci muamelesi yaparsa, elinizde size alan açacak ve dünyayı tongaya düşürecek bir yeteneğiniz olsun. Bak kurtulan ancak böyle kurtulabildi.

Bak televizyonlar bir Filistinliye tutmuyor mikrofonu, bir Mısırlıya iyi bir komedyen diye sordular Filistin’i. Ama işte sözünü duyurmak için işinde iyi olman lazım. O zaman hakkın doğuyor karşındakini susturana kadar konuşmaya. 

Neyse...

İşte bu The Swimmers filminde, füzeler ilk ateşlendiğinde, bir partide çılgınca eğlenen gençleri görüyoruz. Mekanın ışıklarından, içerideki müziğin volümünden anlamıyorlar bile olanları en başta. Sonra çıkıp oradan, saat gece yarısını çoktan geçmiş olmasına, sokakları silahlı güçler bekliyor olmasına rağmen bir yerlerde eğlenmeye devam ediyorlar.

Yusra diyor ki ablasına “Eve dönelim” 

Ablası kalmak istiyor, o sırada bir haber görüyorlar sosyal medyada, yakın bir arkadaşları daha ölmüş bombardımanda. “İşte bu eve gitmek için iyi bir sebep değil mi?​” diyor Yusra.

“Hayır, bu kalıp eğlenmek için iyi bir sebep, ölüm ne kadar yakın baksana”

Şimdi bir şarkı söyleyelim o zaman bağıra çağıra, vedanın yakın olduğunu hissettiğimiz sevgili şehrimizin sokaklarında, ölenlerin de yerine, kocaman nefesler alalım memleket havasından, belki bir daha yaşanmaz diye, keşkeler eleyelim her günden.

Tüm acıların dolaylı tümleci olmuşken, ölüm bir nabız gibi yanı başımızda atarken, üç yanımız savaşlarla çevrilmiş, savaştan kaçanların beşiğine dönmüşken, bir depremde, bir kör kurşunda, mafya hesaplaşması ortasında kalıp ya da mesela bir tren kazasında, erkek şiddetinde, sokak şiddetinde, ölüm nereden gelecek belli mi ki bize?

Yüzümüzde keder yer etmiş, dudak kenarlarımız aşağıya eğimli, kaşlarımızın arasında derin çizgiler, gözlerimizin altı torbalı uykusuzluktan ve maalesef göz bebeklerindeki o donuk hüzne botoks uygulanamıyor.

Ölüm geldiğinde ne diyeceğiz? “Hoş geldin, zaten yaşamaktan pek bir şey anlamadım.” mı?

IŞİD’e karşı savaşı anlatan Sisters in Arms filminde bir sahneydi.

Yoldaşları ölmüş, en sevdikleri dostlarını gömmüşler ama bir bölgeyi IŞİD’den temizlemeyi başardıkları için yine de o ateşi yakıp o davulu çalarak dans edip kutluyorlardı.

Erkek komutan, sevgilisi kadın komutana “Öp beni” dedi. “Sen delirdin mi? Ölülerimiz var, etrafta komutamızdaki insanlar var, böyle bir anda ve yerde öpülür mü hiç?​”

“Öp beni çünkü biz onlara benzemek için savaşmadık, biz onlar gibi olmak için savaşmadık Şimdi burada, herkesin içinde, bu yüzden, öp beni”

Dünya riyakar, insanlık can çekişiyor, şahsen ömrümüzün ne kadar süreceği istatistiklerde geçmiyor.

Yaşamı kıymetlendirmedikçe, değerini talep etmek mümkün olmuyor.

Hep birbirimizi bir direnişe davet ediyoruz, bir umuda, bir mücadeleye, ses çıkarmaya, söz üretmeye.

Bunların hepsine katılarak bir de yaşamaya davet etmek istiyorum bunca ölüm içinde. 

Bir zamanlar evimizde bereket varken o sofraları özenle kurmadığımıza, imkan varken konserlerde bağırarak şarkılara eşlik etmediğimize, bir uzun yürüyüşle kafamızı dinlemediğimize, bir tiyatroda avuçlarımız patlarcasına sahneyi alkışlamadığımıza, dostlarımızla onca güzel konuda fikir telakkisi yapabilecekken yoğurdun, peynirin fiyatından öte gidemediğimize üzüldük, daha da üzülürüz. 

Biri üzerimize zafer atsın, mutluluk atsın, dünya kalksın barış tesis ediversin diye bekledikçe.

Bizi duvarsız bir hapse tıktılar, zihnimizin içine. Bu kederi, yoksunluğu aşmamız lazım, çorak yaşamlarda tükenmeyi reddederek.

Savaşa karşı barışı, ölüme karşı yaşamı savunurken, ilk zafer, ilk kazanım kendi zihnimiz içinde olmalı.

Hayatla barışı ve gerçek bir yaşamı savunmaya davet ediyorum.

Sevmediklerimizi ne çok konuştuk uzun uzun, sevdiklerimize yer kalmadı sohbetlerde. En çok hangi rengi sevdiğini hiç düşünmemiş olabilir mi bir insan? En sevdiği yazarı, en sevdiği şiiri, en çok nerede olmayı sevdiğini düşünmeye sıra gelmemiş olması kabul edilebilir mi? Yan yana yazmaya kalktığımızda sevmediklerimiz sel gibi akarken neyi sevdiğimizi düşünmek vakit alabilir mi? Böyle bir hayat kabul edilebilir mi?

Seven, sevdiğini öpsün, şefkat bulan başını koynuna gömsün, şakası gelen patlatsın, kahkahası gelen savursun, kuralım üç paralık soframızı, arzu eden buyursun.

İltifat bir huy olsun, övgüye yerimiz olsun, teşekkürü virgül gibi serpelim cümlelere, bir merhaba eksik etmeden gördüğümüz herkese, sevgi denen unutulmaya yüz tutmuş kavram dilerim yeniden dilimizde yer bulsun.

Biz insan kalalım. Bunca sene onlar gibi olmak için savaşmadık. İyilik güzellik bizden yana olsun. Ki yaşadığımıza değsin.

Yaşamak ayıp değil haktır insana.

Söz bitmesin.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa