Demokrasi ve barış: Homojen mi, heterojen mi?

Fotoğraf: AA
Ortadoğu’da yaşanmakta olan insani krizi değerlendirirken bölgenin siyasi yapısını şekillendiren uluslararası tarihi yeniden ele almakta fayda var. Pennsylvania Devlet Üniversitesinden Tarihçi Laura Robson’ın mültecilik, azınlık hakları, zorunlu göç, etnik temizlik, devletsizlik ve uluslararası iltica ve yeniden yerleştirme rejimlerine odaklanan tarih çalışmaları güncel tartışmaları daha geniş bir bağlama oturtmak için verimli bir başlangıç sunuyor. Bu açıdan bakıldığında İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan uluslararası ve bölgesel düzenin kökenlerini ondokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başındaki temel meselede görmek mümkün: Modern ulus-devletlerin ve bunların oluşturduğu uluslararası düzenin ortaya çıkışı.
Robson, “Bölünme Devletleri: Transfer, Bölünme ve Modern Ortadoğu’nun Yapılışı” adlı kitabında Birinci Dünya Savaşı sonrasında mandater ülkeler olarak İngiltere ve Fransa’nın Milletler Cemiyeti sistemi aracılığıyla uyguladığı etnik homojenleştirmenin kökeni ve sonuçlarını inceler. Cemiyet kuruluşunun ilk yirmi yılında etnik temelli kitlesel nüfus transferleriyle ilgilenmişti: Yunanistan ve Türkiye arasında nüfus mübadelesi, Suriye sınırında Ermenilerin yerleştirilmesi, Irak’taki Süryani nüfusun Brezilya ya da İngiliz Guyanası’na gönderilmesi, Filistin’de toprağın etnisite temelinde yeniden bölüştürülmesi ve Avrupa Yahudilerinin Amerika, Afrika ya da Avustralya’daki bir boş araziye yerleştirilmesi. Büyük bir insani maliyet yaratan bu demografik manipülasyon taktiklerinin hedefi modern ve kontrol edilebilir etno-milli bloklar oluşturarak yeni bir bölgesel ve uluslararası düzen kurmaktı. Robson çalışmasında bu çabaları dört başlıkta ele alıyor: Mülteci rejimi, nüfus transferi ve bölünme yöntemleri ve diasporaların ortaya çıkışı.
Siyasi temsili, etnik ve dini kimlik temeline oturtarak yeknesak etno-milli modüller yaratma fikri ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıkmıştı. Bu dönemde İngiltere ve Fransa’da beliren Yahudi azınlıkların entegrasyonu meselesi her iki devletin Ortadoğu politikalarını da şekillendirdi. Her iki devlet de ırk, etnisite ve dini, vatandaşların devletle ilişkilerini düzenleyen temel kavramlar haline getirdiler. Siyonizm, bu siyasi ortamda diğer Avrupalı milliyetçilik hareketleri gibi etno-milli vatandaşlık kavramını merkez aldı ve kitlesel göç, yerinden etme ve yeniden yerleşme araçlarını temel insani strateji olarak benimsedi.
Robson’ın isabetle işaret ettiği gibi kitlesel göçle yeni bir etnik vatan yaratma stratejisi siyonizme özgü değildi. Aynı dönemde Jamaikalı Marcus Garvey (1887-1940) Afrika diasporasının Afrika’ya dönüş projesini ve Afrikalıların bütün kıtayı kapsayan tek bir Afrika devletinde yaşamasını savunmaktaydı. Bu “siyah ayrılıkçı” (black separatist) görüşleri paradoksal bir biçimde Garvey’in “ırksal ayrılıkçılığı” (racial separatism) savunan Ku Klux Klan gibi örgütlerle diyaloğa girmesinin yolunu da açmış ve sonunda W.E.B. Du Bois gibi önde gelen Afrikalı Amerikalı aydınların eleştirilerinin hedefi haline gelmişti. Özgür doğmuş ve azad edilmiş Afrikalı Amerikalıların toplumla bütünleşmeleri yerine Afrika’ya geri gönderilmesi fikri 1816’da kurulan Amerika’nın Renkli Halklarının Kolonizasyonu Derneği ve bunun esinlendiği Londra’nın yoksul Afrikalı nüfusu Afrika’ya yerleştirme girişimine geri götürülebilir. Her durumda da köleliğin ilgası için mücadele eden hareketler -tıpkı Du Bois kuşağı gibi- bu girişimlere kesin bir tavırla karşı çıktılar. Yine de Amerika’dan göç eden yerleşimciler 1847’de Liberya’yı kurmayı başardılar. Robson bu detaya girmese de siyonizmi gerek Liberya örneği gerek Garveycilik gibi akımlarla beraber yorumlamak, güncel çatışmayı Şarkiyatçı ya da Garbiyatçı özcülüğe düşmeden değerlendirmek için önemli bir fırsat veriyor.
Robson’ın değinmediği bir başka önemli gelenek John Stuart Mill’in Temsili Hükümet Üzerine Düşünceler (1861) adlı kitabında ifade ettiği demokrasi teorisiydi. Buna göre siyasal özgürlüğün gerçekleşebilmesi için devletin sınırları ulusun sınırlarıyla örtüşmeliydi, çok-uluslu devletler “böl ve yönet” politikaları izlemeye zemin sağladıkları için otoriterlik ve despotizme davet çıkarmaktaydı. Bu günlerde dilden dile dolanan “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır” vecizesinin müellifi ve Marxist Sosyolog Alex Callinicos’un dedesi Lord Acton, Mill’i eleştirmiş ve çok-uluslu toplumun despotik hükümete karşı bir çare olduğunu öne sürmüştü (Connor 1994: 6-7). Liberal düşünce geleneği içindeki bu tartışma Birinci Dünya Savaşı sonrasında “homojencilerin” galip gelmesiyle sonuçlandı. ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın on dört maddesinde homojen ulus-devletlerin yaratılması demokratik öz yönetim ve uluslararası barış için bir ön koşuldu. Lenin’in Wilson’a karşı eleştirileri ve sosyalist savunduğu ulusların kendi kaderini tayin hakkını liberalizmden ayrıştırma çabasını bu bağlamda değerlendirmeli. Nitekim aralarındaki farklara rağmen Avusturya Marxistlerinden Lenin’e sosyalistler halkların barış içinde bir arada yaşayabileceği bir demokratik düzen tasavvur etmekteydiler.
Günümüzde Ortadoğu coğrafyasında gezinmekte olan siyasal şiddet iki dünya savaşının ertesinde kurulan düzenin maya tutmadığının, şiddet ve despotizme çare olmadığının bariz bir göstergesi. Irk, din ve etnisite ayrımcılığının küresel tarihi yerel ve bölgesel gelişmelerin özgünlüğünü takdir etmenin önünde engel değil. Aksine, özgünlüğün özcü olmayan bir tarifi ancak küresel, evrensel gelişmeler içinde yapılabilir. Önümüzdeki hafta böyle bir çabaya katkı sunabilmek adına Robson’ın eserini ele alacağım.
Connor, Walker. 1994. Ethnonationalism: The Quest for Understanding. Princeton: Princeton University Press.
Robson, Laura. 2017. States of Separation: Transfer, Partition, and the Making of the Modern Middle East. Oakland: University of California Press.
Evrensel'i Takip Et