Senaryo-Sayıklama

Fotoğraf: Sweetaholic/Pixabay
İki senaryo anlatmak istedim. İlk film çok göç alan ama modern dünyaya ait, muhtemelen kapitalist ve hatta emperyalist olduğu anlaşılan bir ülkede geçiyor. Adı yok. Kendi yurttaşlarının yaşadığı semtler başka, ekonomik durumları iyi. Bu semtlerde ancak birkaç nesildir ülke vatandaşı olanlar ya da vatandaşlığı 40 yılı dolduranlar yaşıyor. Göçmenler için genişletilmiş kentler; yeni mahalleler eklenmiş. Bu mahalleler merkezdeki yaşamı taklit ediyor, ülke iktidarının kaynaştırma politikalarından biri. Aynı ülkeden göçenlerin birbirini bulduğu anlardaki mutluluğundan anlıyoruz, kasti olarak karma yerleştirildiklerini. Göçmen asimile olsun amacı net anlaşılıyor. Günlük konulara girildikçe görülüyor ki o kadar farklı ülkeden göç almış ki bir süre sonra insanlar kimin nereli olduğunu sormayı bırakıyor bir yerde. Anlamı kalmıyor. Hayat gailesi içinde kimse diğerinin neden ülkesini terk ettiğini sormaz oluyor. Bahçeli büyük bir sosyal alan var, festival alanı gibi. Orası sosyalleşme bölgesi. Etrafında pek çok mağaza, dükkan. Öyle alışılageldiği gibi Çin marketi, Hint marketi yok. Yerel ürün yoğunluğu yasak. Zabıta denetimleri oluyor. Sosyal alan bile bira çeşitliliği yüzünden ceza yiyince isyan ediyor: Birasıyla ünlü yer sayısı belli kardeşim ben nereden bulayım her ülkeden bira? diye. Oradan anlıyoruz.
İşte bu tesiste geçiyor genelde diyaloglar. Kimsenin nereli olduğunu bilmiyoruz ama olaylara yaklaşımından fikir yürütebiliyoruz. Bir akşam orada kalabalık bir arkadaş grubu eğlenirken sarışın bir adam, masadaki arkadaşlarına içeriden yiyecek bir şeyler taşıyan kadını elindeki tepsiye rağmen zorla dansa katmaya çalışıyor. Yiyecekler dökülüyor. Kadın tepsi ile adama vuruyor. Adam kanayan dudağını silerken kadına iyilikten, incelikten ve eğlenmekten anlamadığı için kızıyor. Sarışın adam Avrupalı imgesi taşıdığından bu azarında bir üsttencilik seziliyor. Kadın da ona bağırıyor: Bir kadına izni dışında belinden dokunulmasının, kolundan çekiştirilmesinin başka topraklarda ne anlama gelebileceğini hiç mi düşünmüyorsun? Tartışma iki tarafın da kendi kültürlerince haklı olduğu bir noktada seyrederken masada bir başka kadın onları sakinleştirip adamı uzaklaştırıp “Herkesin geçmiş yaşamından bir öğretisi var.” diyor. Masaya döndüğünde telefonunu arıyor, bulamıyor. Yanlarındaki birinin telefonundan kendi numarasını çaldırdığında telefonu biraz önce konuştuğu adam açıyor. “Geçmiş yaşamdan öğretim; bir günde her şeyini kaybedebilirsin ve hiçbir şeysiz de yaşanır, en azından hayatta kalınır. Telefonsuz da yaşayabilirsin.” diyor. Çalmış. Dansa kaldırmalar vs. senaryoymuş zaten. Masadaki herkes duruma öfkelenirken birisi de çimenlere basmak için kenara çıkardığı botlarının artık orada olmadığını görüyor. Bir arkadaşı “İhtiyacı olmasa kimse bot çalmazdı, boş ver” deyince “Sence benim ihtiyacım yok mu? Tek botumdu” yanıtı alıyor. Ertesi gün çalıştığı iş için ayaklı bir askıda set kostümlerini taşırken yağmur birikintilerine basan sandalet içindeki ayaklarını görüyoruz. Bir dükkanın önünden geçerken vitrinde kendi botlarını görüyor. İçeriye dalıp botları kimin getirdiğini sorarken dükkan sahibi ile kavga çıkıyor. Dükkan sahibi kadına bir tokat atıyor, kafası savrulurken camdan dışarıya baktığında elindeki elbise askılığının yokuş aşağıya tekerleri üzerinde kaydığını görüyor ve yere düşerken “elbiseler” kelimesi dökülüyor ağzından. Dükkanda kavgayı ayırmaya çalışanlardan bir ikisi kadını kaldırırken biri de elbiselerin peşinden koşuyor. Yerinden kalkan kadın da botların kavgasından çıkıp elbise askısının peşinden. Yok hiçbir yerde, deliye dönüyor. Hırsla sokak sokak gezmeye başlıyor. Sonunda ikinci elci bir dükkanda, biraz önce onu kavgada korumaya çalışan kadını elbiseleri satarken buluyor ve hışımla içeri dalıyor. “Seni iyi biri sanmıştım.” diyor. Kadın da “İyilik bir bütün değil ki” diye yanıtlıyor, “Senin şiddete uğramana izin vermem ama paraya ihtiyacım var ve senin çok fazla elbisen var. Bunca kötülük içinde benim hırsızlığım kötülük bile değil” Diğeri bağırıyor “Onlar benim değil, işim onlar benim. Ayağımda ayakkabım yok benim. Biraz anlayış ya biraz insanlık artık” Dükkan sahibine malları biraz önce çaldırdığını ve çalıntı mal satamayacağını anlatmaya çalışıyor. Dükkan sahibi hukuken aldığında çalıntı olduğunu bilmediği için sorumlu sayılamayacağını ve ödemeyi de çoktan yaptığını söylüyor rahatça. Çalan ve çaldıran tartışması ikisinin de hayatta kalma mücadelesi savunusuna dönüyor. Biz böyle insanlar değildik odağında acı içinde ama çözümsüz. Varılan tek uzlaşı; dükkan sahibi satış bedeli üzerinden yüzde 20 iskonto ile ona satabileceğini ve yarına kadar onun için askıyı bekletebileceğini söylüyor. Bu bedel, kadının ev kirası kadar, mecburen kirayı verecek. Ertesi gün botları gördüğü dükkana bir gözlük ve şapka takarak gidiyor tanınmamak için. Elbiselerini çalan kadını buluyor. “Sana bir teklifim var. Komşum dün yeni bilgisayar aldı, birazdan işe gidecek. Yolda onu lafa tutacağım, bir yardım isteyeceğim. Bilgisayar çantasını yere bıraktığında elbiseleri kaçırdığın hızla alıp koşabilir misin? Seninle dükkanda buluşuruz, ben elbiseleri geri alacağım, param yetmiyor, bilgisayar parasını orada kırışırız.” Kadın kabul ediyor.
Yeni bilgisayar alan komşu, göçmen mahallesinde kendi isteği ile yaşayan bir sivil toplum çalışanı. İktidar politikalarını onaylamadığı için ayrımcılığa karşı tavrı yüzünden o mahallede yaşıyor ve aslında planın bir parçası, bu yüzden plan sorunsuz işliyor. Bilgisayar çalınıyor. Dükkan sahibi parayı, bilgisayarı alıp koşan kadının eline sayarken içeriye polis gidiyor. Suçüstü. Bilgisayar çantasında bir ses kayıt cihazı da var. Kapıda gözleri dolu şekilde planın sahibi kadını görüyoruz. “Üzgünüm, daha önce kendi ülkemde hırsızlığın üzerine gitmemenin bedelini ağır ödedim. Bir kez daha bunu yapmamaya yemin etmiştim. Hırsızlık büyük bir suçtur” diyor. Biz adalet yerini buldu diye düşünürken ona da kelepçe takılıyor. O da bilgisayar hırsızlığının bir parçası olmakla suçlanıyor. Hayır, bu anlaşmalı bir oyundu diye bağırırken ona onaylamayan gözlerle bakan komşusunu görüyor. Polis aracına götürülürken komşusu polisten izin isteyip kulağına şunu söylüyor: “Yalan, benim için hırsızlık ile eşit bir kötülük. Kötülüğün hiyerarşisini kabul edersen iyi insan olma şansını kaybedersin. Üzgünüm ama böyle bir kumpası kurabilen biri de diğerleri kadar tehdittir.”
İşte burada kendi ahlakımızın sorgusu ile kalakalıyoruz.
Diğeri ise distopik bir ortamda yine ismi konulmamış bir ülkede geçiyor. Ülkede yoksulluğun dibi bir yokluk var. İnsanlar yaş gruplarına göre robot gibi görevlerini yapıyor. Her sabah binlerce kişi uzun kilometrelerce kuyruğa giriyor; işçiler mavi, öğrenciler yeşil, günlük yevmiyeli kayıt dışı çalışanlar kırmızı otobüslere. Herkes görevine sonra yaşadığı yere aynı döngüde. Başka bir hayat emaresi çoğunluk için geçerli değil. Belli mahallelerde belli saatlerde hayati tehlikeler var. Ciddi şekilde kontrolsüz silah kullanımı mevcut. Kadınlar için tecavüz, şiddet, ölüm tehdidi yüksek. Ülkeden seyahat amaçlı çıkış azınlığa ait büyük bir lüks. Çıkış maliyetleri yüksek, çoğu insan yasaklı, gidilecek ülkeler de az sayıda, dünyanın büyük kısmı için sakıncalı bir ülke gözüyle bakılıyor. Mafya hesaplaşmalarının yapıldığı belirli lüks alanlar var. Buradaki yaşam dışarıdan göz alıcı içeride stratejik ve ölümcül bir oyun gibi. Ancak ışıltısı sebebiyle çaresiz büyük bir kesim tarafından hâlâ ulaşılmak istenilen konum olarak görülüyor. Zira meyveden otomobile, düzgün bir giyimden kalabalık partilere hayat emaresi yalnız buraya özgü. Kalan kesim için bu şatafatlı hızlı ve kısa hayat, uzun yıllar sürecek işkence gibi bir ömürden yeğ hale gelmiş. Ekonomi diye bir kavram yok. Kurallar halk için keskin, bu varlıklı azınlık için hiç yok. Ancak hâlâ ismi sürekli değişse de bir rejim var. Bu rejim dönemsel isim değişiklikleri ve kendi içinde yarattığı örgütleri, partileri ile dünyada meşruiyeti hâlâ ayakta tutmaya çalışıyor. Muhalif olanlar için tahsis edilmiş cezaevleri yetmediğinde bazı şehirler duvarla çevrilip bina çıkışları mühürlenmiş ve hapishane yerine hapis kentler yaratılmış. Buralarda yaşanan afetlere müdahale dahi edilmiyor. Her alanda ortam dinlemesi ve adım başı kameralar var. Ona rağmen öğrenciler ve işçiler kuş diline benzeyen ancak formülü her ay değişen bir dille ve açık alanda koşarak konuşup bu izleme ve dinleme sistemini bloke etmeyi zaman zaman başarıyorlar. Sendikalar iş bırakmayı, üniversiteler soru sormayı yasaklamış durumda. Kadınların örgütlenmesi o kadar yasaklanmış ki beş kadın bir araya gelmek dahi yargılanma sebebi. Bu yüzden kına-nişan gibi kutlamalar için özel izin gerekiyor. Bu hayatın nasıl bir şey olduğunu izlerken daralıyor insan. Arka plandaki rant bölüşümünü, azınlıktaki grubun hesaplaşmalarını izlerken bir gün aniden bir şey oluyor. Yakın bir ülkedeki savaşı kınamak için ülke yönetimi gösterişli etkinlikler düzenliyor. Dünyaya tavrını ve tarafını beyan ediyor. Oysa işler başka türlü. Yine de bir anda limanlar duruyor. Ülkenin tüm limanları. Rejimin temsilcileri deliriyor. Buna izin yok, işçi iş bırakamaz. Hepsini süpürün emri geliyor ancak işçiler gemilere el koyduğu ve çoğu başka ülke bandrollü ve mal dolu olduğu için tam bir süpürme yapılamıyor. O zaman onların yerine çalışacak işçi bulun deniliyor. Kimse bulunamıyor. Bir hafta oluyor iki ay, limanlar duruyor. İllegal her iş limanda döndüğünden dünyanın tüm mafyaları rejim içindeki kontaklarını tehdide başlıyor. Ticaret tamamen durduğundan kıtlık ortaya çıkıyor. Halk kıtlığa alışık ama azınlığın işleri bozuluyor. Krediler ödenmiyor, bankalar, borsa sallantıda. Ülke bir anda ambargo yaşar pozisyona düşüyor. Yakıt bitince servisler kalkmıyor, fabrikalar elektriğe yüklenince elektrik bitiyor. Kesintiler kontrolden çıkıyor ve sonunda hapis kentteki binaların da kilitlerine jeneratör dayanmıyor. Hapis kentlerden çıkan binlerce gazeteci, elektriksizliğin getirdiği güvenli ortamda en eski usulle gerçeği her yere yazmaya başlıyor. Duvarlara, kaldırımlara, boş kalan reklam panolarına, park halinde kalmış otobüsler üzerine. Rejim kendi içindeki unsurlarla hesaplaşırken iktidar yıkılıyor.
Bu, bir anda nasıl oldu diye düşünürken bir kadın anlatmaya başlıyor: Örgütlenmek yasaktı, olanlar göstermelikti. Bir fabrikayı durdurmak işe yaramıyordu, o tek bir sermaye. Üstelik tüm fabrikalar bile dursa ekonomi üretimle dönmediğinden en fazla sermaye ile iktidar karşı karşıya gelirdi ama mafya cirit atmaya devam edecekti. Liman, tüm ekonomiyi durdurur, liman illegal tüm ticareti durdurur mafyanın trafiğini bozar, limanı savunması da kolay diye düşündük. Her yetiştirdiğimizi okusun okumasın limanlara işçi soktuk. Kadınlara liman yasaktı, liman işçilerinden sevgili bulduk. Kına-nişan yaptık toplantı yerine. Bu yola baş koyduk. Yirmi sekiz sene sürdü tek bir fire vermeden limanları ele geçirmek ama başardık.
Ülkenin yeni başkanı bir kadın olmuş meğer, bir liman işçisinin karısı, okumuş ama kırmızı otobüs yolcusu kalmış biri. Oymuş çıbanın başı.
Üç gün ağır hastalık geçirdim, uyur uyanık yatıyorum yatak döşek. Bazen telefona bakıyorum gazeteciler tutuklanmış, Eski Milletvekili Hüda Kaya tutuklanmış, Yeni Milletvekili Can Atalay tahliye edilmemiş hâlâ, bulantı, kusma, uyku, bakıyorum telefondan tecavüzcü serbest bırakılmış, katillere tahliye, gazetelere, gazetecilere soruşturma, bulantı, kusma, baygınlık halinde uyku. Ses olsun diye televizyon hep açık. Film mi izledim, rüyasını mı gördüm emin değilim. Rüyadır belki. Hâlâ ateşliyim, ara ara kalkıp yazdım, hatalarım affola. Üzerime aldığım bir sorumluluğu ne pahasına olursa olsun yapmam öğretildi bana, böyle yetiştik. İşimizi yapacağız inadına.
Halimiz zaten hastalıklar olmasa da bir rüyalar aleminde; bulantı ve halsizlikti zira.
Baktım telefona; üç beş mesaj gelmiş “Kurultaya ne diyorsun?” diye. Hiç.
Benim aklım hâlâ limanlarda.
Evrensel'i Takip Et