22 Kasım 2023

Uluslararası düzen: Azınlık-çoğunluk

Fotoğraf: İsrail Ordusu (IDF)

Toplumsal Tarih dergisinin Türkiye ve Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesinin ele alındığı özel sayısında Tarihçi Aytek Soner Alpan, Hristos Samuilidis’in kaleminden bir mübadilin tepkisini alıntılıyor: “Fakat biz neyiz? Bizi koyunmuşuz gibi mübadele mi edecekler?​” diye bağırdı Dimitris öfkesiyle, sadece hayvanlar trampa edilir pazar yerlerinde celepler tarafından.” (2023: 24) Alpan’a göre bu tepkinin temelinde “İnsanların kendilerini mübadele/trampa/değiş tokuş edilebilir ‘şeyler’, buradaki anlamıyla nüfus olarak düşünmemesi” yatmaktadır (25).

Laura Robson (2017), modern Ortadoğu’nun şekillendirilmesinde Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Versailles, Sevres ve Lausanne anlaşmalarının kurucu rolüne dikkat çekiyor. Tarihçiye göre bu anlaşmalar İtilaf Devletlerinin arazi kontrolünü sağlamak için birbiriyle bağlantılı iki çerçeve oturtmuşlardır: 1) Orta ve Doğu Avrupa’daki yeni, kırılgan ulus-devletlerde bir azınlık koruma sistemi ve bununla bağlantılı nüfus mübadelesi; 2) Doğu Akdeniz’de manda rejimleri. Her iki sistem de Cenevre’de kurulmuş olan Milletler Cemiyetinin nezaretinde çalışmaktaydı.

Robson, barış görüşmelerinde etno-milli grupları tarif eden azınlık ve çoğunluk kavramlarının ancak 19. yüzyılın sonuna doğru üç bağlamda ortaya çıktığını anlatıyor: Avusturya Marksistlerinin Habsburg İmparatorluğu’na dair geliştirdikleri tezler; uluslararası Yahudi örgütlerinin Doğu Avrupa’da Yahudilerin kolektif hakları ve temsiline dair tezleri ve barış ve reform başlıklarını gündemleştiren yeni uluslararası örgütler. Ne var ki bu hareketlerin hiçbiri azınlık fikrini Avrupa diplomasisinin merkezine oturtmayı başaramamıştı. Azınlık sisteminin savaş sonrasında Paris’te kurulan yeni uluslararası düzenin kilit taşı olması Habsburg İmparatorluğu’nun beklenmeyen çöküşü, Rusya’da Bolşeviklerin iktidara gelişi ve ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın geliştirdiği “kendi-kaderini tayin” hakkıyla mümkün oldu.

Savaşın sonuna doğru 1918’de patlak veren Polonya-Ukrayna çatışmaları ve Polonya şehirlerinde Yahudilere yönelik pogromlar Milletler Cemiyetinin azınlık politikalarının doğuşunda etkili oldu. Robson’a göre uluslararası Yahudi örgütleri bu konudaki tartışmaya müdahale etmek için stratejik bir pozisyondaydılar, nitekim yıllardır Doğu Avrupa Yahudilerinin sorunlarını azınlık hakları çerçevesinde dile getirmekteydiler. Ancak bu örgütler Paris’teki barış görüşmelerinde büyük bir tartışmaya girdiler: Bir yanda Yahudilerin yaşadıkları toplumlarda eşit vatandaşlık haklarını savunan Fransız Yahudilerinin oluşturduğu Alliance Israélite Universelle ve İngiliz Yahudi Aktivist Lucien Wolf’un Ortak Yabancılar Komitesi; diğer yanda Amerikan Yahudilerinin desteklediği Menahim Uşişkin, Nahum Solokov ve Haim Weizmann’ın temsil ettiği siyonist grup. Her iki grup da Avrupa’daki Yahudilerin uğradığı ayrımcılık ve şiddete çözüm aramaktaydı ancak önerdikleri çözümlerin uzlaşması mümkün değildi. Robson’a göre Amerikan-siyonist koalisyon Avrupalı Yahudiler için azınlık statüsü talep ederken, Alliance ve Wolf Yahudileri bir “milliyet” olarak tanımlayan her türlü azınlık tanımına karşı çıkmaktaydı. Bu tartışma Paris’te yeni kurulan Polonya, Çekoslovakya, Baltık devletleri ve Sovyetler Birliği’ndeki azınlıkların statüsü bağlamında gelişmekteydi. Görüşmeler nihayetinde yeni tanımlanan azınlıkların kolektif haklarının, yaşadıkları devletin dışında bir başka otorite tarafından garanti altına alınması fikrinin İtilaf Devletleri tarafından kabul edilmesiyle noktalandı. Uluslararası garantili azınlık rejimi ilerleyen yıllarda büyük sonuçları olacak politik bir eşiği ifade etmekteydi nitekim çoğunluk olarak nitelenen etno-milli unsur bir devlette hakim ilan edilirken, azınlık olarak tanımlanan toplumlar büyük devletlerin hesapları ve rekabetleriyle işletilecek/işletilmeyecek bir hamiliğe bağlanmaktaydı.

Haziran 1919’da sonraki uluslararası düzenlemelere model olacak Polonya azınlık anlaşması imzalandı. Anlaşmanın tasarımcıları evrensel bir azınlık koruma sistemini reddetmekteydi çünkü böyle bir düzenleme Britanya ve Fransa gibi devletlerin egemenlik haklarını da kısıtlardı. Görüşmelerdeki bir katılımcıya göre evrensel bir düzenleme Liverpool’daki Çinlileri, İrlandalıları, Fransa’daki Katolikleri ya da Kanada’daki Fransızları uluslararası korumaya altına alırdı. Britanya ve Fransa gibi egemen devletler Doğu Avrupa ve Batı Asya’nın yeni, olgunlaşmamış devletleriyle karşılaştırılamazdı. Dolayısıyla ortaya çıkan rejim tıpkı 19. yüzyılın kapitülasyon rejimi gibi Batılı devletlerin himayesinde bir azınlık rejimi ve egemenlik hakları bu devletlerle eşit olmayan, henüz “medenileşmemiş” yeni devletler arasında bir ayrım yapmaktaydı.

Ortaya çıkan uluslararası azınlık rejiminin bir başka özelliği azınlık statüsünü her ırksal, dilsel, dinsel topluma tanımamasıydı. Bu statü ancak 19. yüzyılın Avrupa diplomasisinde tanınmış olan gruplara verilecekti. Dolayısıyla, Ortadoğu bağlamında ancak 19. yüzyıl boyunca Avrupa devletleri tarafından himaye edilen Müslüman olmayan toplumlar azınlık kabul edilecekti. 1923’te Lausanne Anlaşması’na gelindiğinde Britanya ve Fransa’nın uluslararası gücünün (ve dolayısıyla himaye kapasitelerinin) sınırları belirginleşmişti. Kitlesel olarak sınır dışı etme ve nüfus mübadelesi bu tarihten itibaren azınlık sorunlarında temel politika olacaktı. Robson’ın deyişiyle “Azınlık himayesi ve azınlıkların ülke dışına kovulmaları aynı madalyonun iki yüzüydü” (2017: 30). Bugün Doğu Avrupa ve Ortadoğu’da yeni savaşlar gelişirken bu kurucu ana bakmak önem taşıyor.

-Alpan, Aytek Soner. 2023. ‘Böyle Bir Şey İnsanın Aklına Nasıl Gelir, Anlayamıyorum!, Toplumsal Tarih 349 (Ocak): 24-31.
-Robson, Laura. 2017. States of Separation: Transfer, Partition, and the Making of the Modern Middle East. Oakland: University of California Press.

Evrensel'i Takip Et