Anayasa'nın bittiği, sözün başladığı yer
Fotoğraf: Evrensel
Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasa’nın 153/6. maddesi uyarınca uygulanabilecek bir kararın söz konusu olmadığını belirterek, Anayasa Mahkemesinin (AYM) TİP Milletvekili Can Atalay hakkında verdiği ikinci ‘hak ihlali’ hükmünün, hukuki değeri olmadığına karar verdi. Oysa bu ikinci karara, iktidara yakın AYM üyeleri de imza atmıştı.
Yetkin hukukçular, iktidar sözcülerinin savunduğu gibi yüksek yargı organları arasında bir yetki rekabeti olmadığını, Anayasa Mahkemesi kararları üzerinde hiçbir mahkemenin yorum yapamayacağını bir defa daha açıkladı. Yargıtay 3. Dairesinin yetkisini aşmakla kalmayıp, görevini kötüye kullandığı ve Milletvekili Atalay’ı özgürlüğünden alıkoyma suçu işlediği, hukukçuların değerlendirmelerinde vurgulanan ortak noktaydı.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi, kararının hukuksal dayanaksızlığını ve hissettiği tedirginliği bütün düğmelere aynı anda basarak belli etti. Bir önceki kararında AYM’yi “aktivist” olmakla itham ederken, bu kez kararın “jüristokratik bir davranış” olduğunu iddia etti. Yargıtay 3. Ceza Dairesinin karar gerekçesinde, Pakistan Anayasa Mahkemesinin 2022’de başbakan düşüren kararı örnek gösterildi; böylelikle Erdoğan’ın makam güvenliğine sahip çıkıldığı ima edilerek selam çakıldı. Gerekçeli kararda AYM kararı “hukuki değerden yoksun” olarak küçümsenirken, AYM “süper temyiz mahkemesi” ve “vesayet makamı” olmaya yeltenmekle suçlandı. Bununla da yetinilmedi, Can Atalay’ın TBMM’ye girmesine izin verilmesi halinde, benzeri bir talepte bulunabilecek olanların isimleri, bir yüksek mahkeme karar metninde görülmemiş biçimde listelendi; ardından AYM “terör örgütlerinin söylemiyle örtüşen söyleme sahip” olmakla itham edildi.
Perşembe günü Cumhuriyet’in 100. Yılında Türk Medeni Kanunu Çalıştayı’na katılan Adalet Bakanı Tunç gazetecilere yaptığı açıklamada, bütün bu olan bitenin arkasındaki niyeti özetledi:
“İçeride yeni anayasa ile ilgili yaptığım konuşmada elbette ki çağdaş yani günümüz ihtiyaçlarına cevap veren bir anayasa, demokratik, sivil bir anayasa hedefimizden bahsetmiştim. Dolayısıyla Darbe Anayasası’ndan kurtularak Türkiye yüzyılına başladığımız şu önemli anlamlı dönemde inşallah 28. yasama döneminde parlamento, siyasi partilerimiz bir uzlaşmaya varır demokratik, sivil, kuşatıcı bir anayasayı hayata geçiririz.”
***
Erdoğan rejiminde hukuk uygulamalarının geldiği düzey itibarıyla, bu köşede mahkeme kararlarının artık yalnızca hukuk çerçevesi içinde tartışılmasının mümkün olmadığı defalarca yazılmıştı. Yargıtay 3. Ceza Dairesinin ikinci kararını okuduktan ve heyetin bazı kavramları olgusal durum ve ilişkileri açıklamak yerine onları örtmek ve algı yönetmek için nasıl kullandığını gördükten sonra, yapılacak kavramsal tartışmaların da özenle seçilip, görüş üretilecek başlıkların sınırlandırılması gerekiyor.
Verili koşullarda “vesayet” kavramını temcit pilavı gibi ısıtanların Türkiye’nin sınıflı bir toplum olduğu ve devlet yapısının buna uygun bir biçimde şekillendiği gerçeğini gölgelemeyi arzu ettiğini, kavramın onu Türkiye siyasetini açıklamak üzere öneren Fransız Siyaset Bilimci Maurice Duverger’in orijinal tanımıyla bir ilgisinin kalmadığını tartışmanın zamanı değil. Dolayısıyla, siyasal kararların halkın oyuyla seçilmiş siyasal iktidar yerine yargıçlar tarafından alındığı ortamları tanımlayan “jüristokrasi” kavramının 2024 Türkiye’sinde AYM yerine Yargıtay 3. Ceza Dairesine daha uygun olduğunu da uzun uzun anlatmaya gerek yok.
Belki de asıl gereksiz olan, mahkeme kararlarıyla bir MHP genel başkan yardımcısının attığı sosyal medya mesajlarının birbirine kabul edilmesi mümkün olmayan derecede benzediği koşullarda, Anayasa’nın belirleyiciliğine gizemli ve gerçek dışı bir güç atfetmek. Anayasa’ya ilişkin tartışmalardan siyasal dinamikleri dönüştürecek bir sonuç beklemek.
***
Hocam olması onuruna eriştiğim Mümtaz Soysal’ın 1969 yılında yayımlanan Dinamik Anayasa Anlayışı: Anayasa Dialektiği Üzerine Bir Deneme başlıklı kitabının, ‘Kuralların Dinamizmi’ başlığını taşıyan bölümünde, anayasa metinlerindeki anlamın hayatın gerçekliği içinde yeniden düşünülmesi gerektiği; bu gerçekliğin, tarihsel koşullar ve toplumsal dinamikler akılda tutularak yorumlanması zorunluluğu hatırlatılıyor. Bu doğrultuda hukuk alanında olup bitenleri bütünsel bir çerçevede, bunların kapitalist üretim biçiminin sürdürülmesindeki işlevini kapsam dışında bırakmadan değerlendirmek büyük önem kazanıyor.
Ufuk çizgisinde devlet ve hukukun sönümleneceğini öngören bir dünya görüşünün ışığı altında, son yıllarda Türkiye’de yaşanan hukuk erozyonunu değerlendirmek ve bu kaygan zeminde tutum almak elbette kolay değil. Güncel Anayasa’nın burjuva düzeninin ve egemenlerin selameti için yapıldığını unutmadan, temel hak ve özgürlüklere sahip çıkmak gerekiyor.
- Başarısız devletin yıkılışı mı, yeni bir felaketin başlangıcı mı? 15 Aralık 2024 04:03
- Suriye’deki gelişmeler ve çözüm sürecinin akıbeti 08 Aralık 2024 05:14
- Baskıların haritası bize ne söylüyor? 01 Aralık 2024 04:56
- 150. Yazı - Üçüncü Mektup 24 Kasım 2024 03:01
- Biber gazını 40 yaşından sonra tadanların muhalefetini zenginleştirmek 17 Kasım 2024 04:25
- Demokrasi karşıtlığının kitlesel tabanı 10 Kasım 2024 05:26
- Ahmet Özer'in tutuklanması ve Kolombiya barış sürecinden dersler 03 Kasım 2024 04:32
- Fethullah Gülen'den sonra... 27 Ekim 2024 04:02
- ‘Çözüm’ü küçük çıkarlar için heder etmek 20 Ekim 2024 04:47
- ‘İç cephe’ çağrılarını 10 Ekim 2015’te yitirdiklerimizin fotoğraflarına bakarak düşünmek 13 Ekim 2024 04:47
- İsrail devleti terörü neleri örtüyor? 06 Ekim 2024 04:32
- Sağda birlik arayışları ve Kürtler 29 Eylül 2024 04:45