Ulus-devletin krizi

İsrail ordu sözcüsü, Gazze'nin er-Rimal Mahallesi'ndeki saldırılara ve patlama anlarına ilişkin bir görüntü paylaştı.
Dünya siyasetinde çok-taraflı bir dengeleme siyasetine geçiş konuşulurken Filistin-İsrail sorunun yeniden ve yüksek şiddetle gündeme gelmesi bir tesadüf değil. Tarihçi Laura Robson’ın dikkat çektiği gibi İsrail’in kuruluşu ve Filistin meselesi başlangıcından bu yana Birleşmiş Milletlerin (BM) merkezinde olan bir siyasi olgu. Dolayısıyla 7 Ekim’den bu yana yaşanan krizi İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve Soğuk Savaş’ın ilk günlerinde kurulan uluslararası düzenin bir açmazı, çıkmazı, çelişkisi olarak değerlendirmek mümkün.
Ancak tarihsel perspektifi daha geriye götürmek gerekiyor. Mevcut kriz sadece 1945 sonrasında hüküm süren Amerikan hegemonyasının krizi değil, 1918 sonrası kurulan ulus-devlet sisteminin, modern uluslararası sistemin krizi. Robson’ın işaret ettiği gibi BM’nin Filistin politikası esas olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Milletler Cemiyetinin politikalarını devam ettirmekteydi. Önceki yazılarda aktardığım gibi bu politikalar etno-milli homojenleşmenin demokrasi ve barışın ön koşulu olduğunu öne sürmekteydi. Günümüzdeki kriz ise tam da bu önermenin değillenmesi anlamını taşıyor. Homojenleşme demokrasi değil diktanın, barış değil savaşın katalizörü olarak sahneye çıkıyor. Tüm dünyada yükselişe geçen yeni ırkçılık ve jingoizmin (popülizm kavramını tercih edenler için ötekileştirmenin, kutuplaştırmanın) ana teması homojenleşme. Dolayısıyla, küresel, bölgesel ve yerel krizler aynı toplumsal çelişkinin farklı yüzeylerdeki semptomları olarak beliriyor ve birbirlerini tetikliyorlar. Robson’ı (2017: 118-140) takip ederek konuyu açmaya çalışayım.
Robson, Birinci Dünya Savaşı ertesinde kurulan Milletler Cemiyeti ve manda yönetimlerinin Ortadoğu’da homojen ulus-devlet modelini uygulamaya çalıştıklarından bahsediyor. Bu model Doğu Avrupa ve Türkiye’de (Lozan Anlaşması’yla) yürürlüğe konmuş azınlık koruma rejimini de içermekteydi. Türkiye-Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesi (Sonradan Filistin meselesinde de atıf yapılacağı üzere) başarılı bir politika olarak değerlendirilmekteydi. On dokuzuncu yüzyıl sömürgeciliğinin yirminci yüzyıla uyarlaması olan bu azınlık rejimi şekilsel olarak eşit olan devletler arasında hiyerarşik bir ayrım yapmaktaydı: Metropoldeki azınlıkları uluslararası bir korumaya tabi kılmaya niyetli olmayan büyük güçler; ve azınlıkları koruyacak bir demokrasi geleneği olmadığı için büyük güçler tarafından yönetilen bir uluslararası korumaya muhtaç olan genç ulus-devletler. Filistin-İsrail meselesinde sonunda nüfus transferi ve arazi taksimi politikalarının hakim olması, Yahudi azınlığın Arap çoğunlukla beraber güvenli bir şekilde yaşayamayacağı fikrinin bir sonucuydu. Robson, Milletler Cemiyetinin Doğu Avrupa ve Doğu Akdeniz’de gözettiği azınlık/çoğunluk rejimini Manda Filistinine uygulayarak ilk defa buradaki yerleşimci Yahudileri azınlık olarak tanımladığına dikkat çekiyor. Nitekim hem Filistinliler hem Yahudiler tarafından uluslararası politikada benimsenecek olan azınlık/çoğunluk söylemi, her iki taraftaki milliyetçiliği Milletler Cemiyetinin homojen etno-milli modeline benzetecekti. Robson’a göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler bu mirası devraldı ve başından itibaren Filistin-İsrail meselesi örgütün temel gündemini oluşturageldi. Önümüzdeki hafta BM’deki Filistin siyasetinin tarihini ele alacağım.
Robson, Laura. 2017. States of Separation: Transfer, Partition, and the Making of the Modern Middle East. Oakland: University of California Press.
Evrensel'i Takip Et