07 Şubat 2024 04:13

Diplomasi ve meşruiyet

Fotoğraf: DHA

Paylaş

Bu yazı kaleme alınırken ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’yle görüşmek üzere Kahire’ye varıyor. ABD dışişlerinden yapılan açıklamaya göre 4 Şubat’ta başlayıp 8 Şubat’a kadar sürecek bu gezide Blinken Suudi Arabistan, Mısır, Katar, İsrail ve Batı Şeria’daki diplomasiyle şu hedefleri amaçlıyormuş: Hamas’ın elindeki rehinelerin serbest bırakılması, geçici bir insani ateşkes ilanı, çatışmanın bölgeye yayılmasının önlenmesi, bölgedeki Amerikan personelinin savunulması ve Kızıldeniz’de seyrisefain serbestisinin sağlanması. Dışişleri aynı açıklamada Blinken’ın ayrıca İsrail ve Filistinliler için kalıcı güvenliği sağlayacak daha bütünleşmiş ve barışçıl bir bölgenin nasıl kurulabileceğini tartışacakmış.

Sabah Kahire’deki görüşmeden sonra Katar’a geçip Şeyh Temim bin Hamad es-Sani’yle görüşecek Bakanın bütün bu hedefleri konuşacak zaman bulup bulamayacağı ise merak konusu. Açıklamada belirtilen bütün konular konuşuldu ve bunların detaylandırılması bürokratlara bırakıldı diyelim, bütünleşme ve bölgesel barışa dair nasıl bir gündem oluşturulmuş olabilir? 1978’de İsrail’le Filistin’i uzlaştıran Camp David mi, 1993’te İsrail’le Filistin Kurtuluş Örgütünü barıştıran Oslo mu? Yoksa Suudi Arabistan ve Katar’ın 2020 İbrahim Anlaşmalarına imza atmaları mı? Suudi Arabistan’ın İsrail Başbakanı Netanyahu’dan Filistin devletinin kurulması ve iki devletli çözüm doğrultusunda şeklen bir açıklama beklediği basına yansıdı. Kimden kime sızdığı belli olmayan bu bilgi -takip edebildiğim kadarıyla- yalanlanmadı. ABD yönetimi de Filistin’e tahsis edilen bölgeleri fiilen işgal eden yerleşimcilerden oluşan bir listeye vize yasağı getirerek sembolik bir adım attı. Lakin, sembollerin alegorilerin dönemi çoktan geçti. Silahların konuştuğu bir dönemde diplomaside söz sanatları propagandadan öteye bir işlev göremiyor. Nitekim, bu gezi 7 Ekim’den beri Blinken’ın beşinci gezisi ve nedense her gezide diplomasinin “hedef yükü” daha da artıyor. Kısaca göz atalım.

Bölgeye yayılması önlenecek savaş şimdiden Lübnan, Suriye, Irak, Ürdün, Yemen ve Kızıldeniz’e yayılmış durumda. Evet, bunlar devletlerin ilan ettiği savaşlar değil. Resmen devletler arası savaşlar da değil. Lakin Hamas’ın ve İsrail’in saldırıları da böyle değil zaten. Eğer savaşı devletler arası silahlı çatışma olarak tanımlayacaksak zaten ortada savaş falan yok. Müsterih olunuz. Yok, savaşı devletler arası çatışmadan daha geniş bir tanımla tarif ediyorsak, o vakit sorun büyük ve giderek yayılmakta: İran-ABD arasındaki gerilimin Ürdün’deki askeri kampın bombalanması ve Amerikan askerlerinin ölümüyle sonuçlanması durumun en açık fotoğrafı. Suriye’de ve Irak’ta -bölgenin bir diğer devletsiz halkı Kürtlerin merkezde olduğu- sıcak çatışmalar devam ederken, bütün bölgesel aktörlerin mevcut statükoyu kendi lehlerine çevirmek için hamle yapacağını öngörmek için bakan olmaya gerek yok. Görünen o ki Biden yönetiminin ilk önceliği 5 Kasım’daki seçimleri almak ve bunun için dış politikada güçlü bir imaj çizebilmek. Ne var ki bugüne kadar yönetimin tüm yaptıkları alegorik hitabetle arayı iyice açtı ve iç siyasette ikiyüzlülük, beceriksizlik, kontrolü kaybetme imajı verdi. Uluslararası Adalet Divanının (UAD) verdiği karar bunun önemli bir örneği. Biden yönetimi çatışmanın bölgesel yayılmasını bir kenara bırakalım, küresel olarak kamplaştırıcı etkisini dahi engelleyemedi. Şimdi, “Küresel Güney”in muhalefetinden bahsediliyor. İş nerelere geldi?

Israrla ve usanmadan BM Güvenlik Konseyindeki görüşmelerde vetosunu kullanan Biden yönetimi, Güney Afrika’nın Lahey’e gitmesini hafife almışa benziyor. BM Güvenlik Konseyi mahkemenin kararlarını uygulama yetki ve kapasitesine sahip yürütme kuvveti olan bir organ gibi görünse de aslında çatışmaları engelleme ve sonlandırma kapasitesinin sınırlı olduğu cümle alemin bildiği bir hakikat. Buna mukabil mahkemenin, veto yetkisine sahip daimi beş üyenin oturduğu konseyin sahip olmadığı bir gücü var: Uluslararası meşruiyet.

UAD’nin kararlarının uygulanmasının konseye bağlı olduğu, birçok kararının görmezden gelindiği, mahkemenin kendi saygınlığını koruyabilmek adına uygulanabilir kararlar vermeye çalıştığı ve sair kuşkucu itirazlar elbette haksız değil. Ancak bu itirazlar, tıpkı Biden yönetimi gibi, mahkeme sürecini dar hukuki bir çerçevede değerlendiriyor. Oysa hukuki meşruiyet kanunlar ve kanun uygulamalarıyla tanımlanabilecek bir olgu değil. Öyle olsaydı kanun, hukuk ve meşruiyet arasında bir ayrım yapmaya ihtiyaç olmazdı. 1966’da Vietnam Savaşı’na karşı kurulan Russell-Sartre Mahkemesi, ya da 2003’te Irak Savaşı’na karşı kurulan Dünya Irak Mahkemesi gibi hukuki statüsü olmayan oluşumları tasarlamak bile mümkün olmazdı. Lakin bu mahkemeler ellerinde hiçbir askeri güç ve hukuki statü bulunmaksızın dünya kamuoyunda büyük etki yarattılar, ve sonunda savaşları bitirecek olan barış hareketlerini kitleselleştirdiler. İşte bu etkiyi tanımlamak için uluslararası meşruiyet kavramı var. Ve eğer diplomatlar güzellik müsabakasındaki mankenler misali dünya barışını dillerinden düşürmüyorlarsa bunun nedeni de meşruiyet kaygısı. Bu giderilmediği müddetçe diplomatlar kaç tur atarsa atsın, ne giyerse giysin, ne söylerse söylesin uluslararası kamuoyundaki saflaşma derinleşerek devam edecek. Sonuçları ne olacak, nereye uzanacak hep beraber göreceğiz.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa