Ekokırımın siyasal boyutu
Fotoğraf: Unsplash
Erzincan’ın İliç ilçesinde Anagold Madencilik’e ait Çöpler Altın Madeninde yaşanan dev ölçekli toprak kayması gündeme bomba gibi düştü. Göz göre göre gelen facianın ardından Anagold’un yolunu açan çevresel etki değerlendirme (ÇED) raporlarına, mahkeme dosyalarına yansıyan usulsüzlüklere, sahte veri ile önü açılan kapasite artırımlarına ilişkin iddialar ortalığa saçıldı. Geçmişi on yıllara uzanan yolsuzluk ve rüşvet iddiaları gündemi kapladı.
‘Çevre katliamı’nın sonuçları tam olarak ortaya çıkmadan bir örtbas etme ve algı yönetimi süreci başlatıldı: Bölgeye giden yollar kapatıldı. Murat Kurum’un İstanbul kampanyasını kollayacak biçimde Şehircilik ve Çevre Bakanlığı felaket bölgesinde bakan yardımcısı düzeyinde temsil ettirilerek, hem bu bakanlığın kurumsal yapısı dışarıda tutulmuş oldu hem de “Yaşanan bir çevre felaketi değildir” demeye getirildi; tehlikeli bir durumun söz konusu olmadığı sıkça tekrar edildi. İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, felaketle ilgili özel bir bülten yayımlayarak sürece ilişkin bilgi kırıntılarını yalanladı.
Apar topar bölgeye getirilen “hocalarımız”, ÇED raporu ve izin sürecindeki anormalliklere hiç girmeden, konuyu ‘insan etkisi’ ve ‘işletmeci hataları’na indirgeyecek bir söylemi şimdiden kurmaya başladı. Durumun tespiti için kim olduklarını ve neye göre seçildiklerini bilmediğimiz sekiz kişilik bilirkişi heyeti görevlendirildi. Bakan Albayrak’ın ve alanda inceleme yapan öğretim üyelerinin cümlelerinden yansıyan hava, faturanın işletici firmaya ve özellikle yabancı ortağa çıkarılacağını gösteriyor.
Türkiye’de vahşi madenciliğin kuruluş ve korunma sürecine ilişkin yaşananlar, doğanın bu vahşi kırımında yeni bir algı ve mücadele çerçevesini zorunlu kılıyor. Fırat Nehri tehdit altındayken “ÇED olumlu” raporunu hazırlayan firmanın yönetim kurulu üyesinin aynı zamanda Anagold Madencilik yönetim kurulunda da görevli olduğunu öğreniyoruz. ‘Görevli uzman akademisyenler’ konuyu ceza yasası üzerinden tartışıp, hapis cezasıyla yüreklerin ferahlatılacağından söz ediyor. Murat Kurum kendi döneminde işletmeci firmaya Çevre Kanunu’ndaki en üst sınırdan idari para cezası verildiğini söyleme cüretini gösterebiliyor. Bu aymazlık ve pişkinlik karşısında, hem sözün bittiği yeri işaret etmek hem de yeni sözün nerede, nasıl kurulması gerektiği üzerinde düşünmek acil bir ödev olarak önümüzde duruyor. Öncelikle, doğanın tüm bileşenleriyle aynı anda tahrip edilmesini kabullenmeyi salık veren kavramsal çerçevenin bütünüyle reddedilmesi gerekiyor.
***
Doğal kaynaklara ve biyolojik çeşitliliğe sonuçları uzun dönemde kalıcı olacak şekilde, ağır ve geniş çaplı olarak verilen zararı ve bu doğrultuda işlenen suçları kapsayan ve ekolojik soykırımın kısaltılmış hali olan ekokırım (ecocide) kavramı, ‘çevre katliamı’nı tanımlıyor. İktidar sahiplerinin marjinal demeye bayıldığı kesimlerce sık kullanılan bu kavram, insanın fiziksel varlığını ve kültürel ortamını yok eden bir saldırıya karşı bütünlüklü bir hat kurmanın zorunluluğunu öne çıkarıyor.
Büyük fotoğrafa bakmaktan kaçınanlarca doğal kaynakların biricikliği ve yenilenmesinin imkansızlığı gözden kaçırılıyor. Bu nedenle tahribatın bazen yüzyıllara yayılan etkisini örten yaklaşımlar yeterince sorgulanmıyor. Oysa doğa yıkımına karşı mücadele sürecinde, ekokırıma neden olan eylem ve işlemleri suç ilan eden ve sorumlular için ağır cezalar içeren bir hukuk çerçevesinin kurulması kritik bir önem taşıyor. Özellikle çok uluslu şirketlerin kendi ülkelerinde kullanamadıkları yöntemleri içeride de engelleyen, yerel iş birlikçilerin suçu yabancı ortaklarına atarak sıvışmalarını önleyen ceza algısının yaygınlaşması sabırlı ve kararlı bir mücadele azmi gerektiriyor.
***
Rob Nixon, 2011 yılında yayımlanan ‘Yavaş Şiddet ve Yoksulların Çevreciliği - Slow Violence and the Environmentalism of the Poor’ başlıklı kitabında, çevre felaketlerini ve onun tetiklediği iklim krizini uzun döneme yayılmış bir şiddet biçimi olarak tanımlıyor. Nixon, şiddet kavramını kısa erimli ve olağan dışı bir şey gibi düşünme hatasına düştüğümüzü ve bu yüzden doğaya yönelik yıkımı göremediğimizi belirtiyor. Oysa doğaya yönelik saldırıların geniş bir zaman ve mekana yayıldığının, tahribatın detaylarının bilinmesi için uzman bilgisi gerektiğinin ve suçluların çoğunlukla net olarak belirlenemediğinin altını çiziyor. ‘Sinsi bir şiddet’ türü olarak tanımladığı doğa kıyımıyla mücadele için uzun erimli bir bakış ve uzun soluklu bir hazırlık gerektiğini vurguluyor.
Soykırıma benzer bir doğa kıyımının layık olduğu şekilde karşılık bulması elbette ciddi bir bilinç yükseltilmesini çağırıyor. İnsanlığın sonunu getirebilecek dev hacimli tahribata, ülke sınırlarını, kuşakları ve tüm canlı türlerini tehdit eden suçlara karşı masa başında edinilen bilginin sahaya yansıtılacağı, doğa ile ilgili her türden eylem ve işlemin halk adına denetleneceği bir mekanizmanın ivedilikle kurulması gerekiyor.
- Başarısız devletin yıkılışı mı, yeni bir felaketin başlangıcı mı? 15 Aralık 2024 04:03
- Suriye’deki gelişmeler ve çözüm sürecinin akıbeti 08 Aralık 2024 05:14
- Baskıların haritası bize ne söylüyor? 01 Aralık 2024 04:56
- 150. Yazı - Üçüncü Mektup 24 Kasım 2024 03:01
- Biber gazını 40 yaşından sonra tadanların muhalefetini zenginleştirmek 17 Kasım 2024 04:25
- Demokrasi karşıtlığının kitlesel tabanı 10 Kasım 2024 05:26
- Ahmet Özer'in tutuklanması ve Kolombiya barış sürecinden dersler 03 Kasım 2024 04:32
- Fethullah Gülen'den sonra... 27 Ekim 2024 04:02
- ‘Çözüm’ü küçük çıkarlar için heder etmek 20 Ekim 2024 04:47
- ‘İç cephe’ çağrılarını 10 Ekim 2015’te yitirdiklerimizin fotoğraflarına bakarak düşünmek 13 Ekim 2024 04:47
- İsrail devleti terörü neleri örtüyor? 06 Ekim 2024 04:32
- Sağda birlik arayışları ve Kürtler 29 Eylül 2024 04:45